90’lı yıllarda Türkiye’de muhafazakarların müziğinin ortaya çıkmasına öncülük etmiş, yaptığı müzik ile baskılanmış, incitilmiş bir kesimin sesi olmuş bir isim olan Abdulbaki Kömür ile yaptığı sanatın çerçevesinde dünü ve bugünü konuştuk.
Abdulbaki Kömür’ün hikayesi Ulvi Alacakaptan’ın tiyatro sahnesinde başlar. Sahnede rol alıp, aynı zamanda sahne aralarında şarkı seslendirenlerden biri de Abdulbaki Kömürdür…
Perde arasında başlayan serüven, yıkıma uğratılmış, sesi ve gücü bastırılmak için her türlü zorbalığın üzerinde denendiği kitle için, en önemli söz ve mesaj mecrası olacaktır.
Bu mecranın ismi neden “ezgi” diye sorduğumda; yaptığımız müziği isimlendirememekten doğan bir sonuçtu cevabını alıyorum.
*
Kullandığımız enstrümanlar ve nota sistemimiz aynıydı. Fakat şarkılarımızın muhtevası farklıydı. Nasıl isimlendirelim diye çok düşündük. Kimileri İslâmi Müzik dedi. Fakat bu da çok doğru bir tabir değildi. Kişiler Müslüman olursa yaptığı iş zaten Müslümanca olur. O’na bastıra bastıra İslâmi demek doğru değil.
*
Mike Tyson Müslüman olduğunda bir unvan maçına çıktı. Rakibini bir kaç raund sonra nakavt etti. Gazetenin biri şöyle bir başlık attı; Müslümanların yumruğu. Aradan 6 ay geçti ve aynı Mike Tyson bu defa üçüncü raundda nakavt oldu. Bu sefer İslam’ın yediği yumruk gibi takdim etmeniz gerekir.
*
Müziğimize “yeşil pop” diyenler de oldu. Fakat o da tam karşılamadı yaptığımız işi. Bizi köşeye sıkıştırıp, sınırlandırıyordu. “Ezgi” diyelim dedik. Oldu mu, olmadı mı, tam manasını buldu mu bilmiyorum…
*
Marş dedikleriniz?
Ezgilerimizin içerisinde bir türdü, bir ritim kalıbı.
Ezgilerin serüveni nasıl başladı?
İran devriminin olduğu yıllardı. Devrimle birlikte müthiş müzikler duymaya başladık. Senfonik müzikler, marşlar ve daha birçoğu. Ama dili bilmiyoruz. Farsçaya İran’ın Şia olması hasebiyle mesafeliyiz. Heyecanlıyız ama mesafeliyiz.
Sanırım gönül istiyor ancak ideoloji burada ‘dur’ diyor?
Evet.
Sonra?
Ben o İran marşlarının üzerine Türkçe sözler yazmaya başladım. Asır Ajans’ın sahibi Ömer Gökalp, ‘bunlar çok güzel şeyler kaybolmamalı, bir albüme okuyalım’ dedi. O zaman ‘Santa’ isimli kaset markaları vardı. Biz o Santa’nın üzerine yalın sesle yaptığım besteleri okuduk. Tabi üzerinde ne etiket vardı ne okuyan. Bu sebeple albüm piyasada ‘Santa’ adıyla tanındı. Camianın ilk albümü Santa oldu.
Çocukluğumu hatırlıyorum da, o kasetleri almak, o ezgileri dinlemek bir gereklilik gibiydi. Bu bir ihtiyacın karşılığı mıydı o yıllardı? Neydi sizlere o rağbeti doğuran?
O sürecin olgunlaştırdığı bir sonuçtu. Müslümanlar; bastırılmış, sindirilmiş, sağcılığın bir alt kolu olarak bir köşeye itilmiş bir grupken, dünyaya talip olduklarını, hayata talip olduklarını, İslam’ın hayatın ta kendisi olduğunu, bir yaşama biçimi olduğunu, bir ritüel dini olmadığını fark etti.
Müzik bir ihtiyaçsa, hayatın bir parçasıysa ve buna karşılık size takdim edilen, sizin ruhunuza, bünyenize uymuyorsa, bir şey üreteceksiniz. Ya açlıktan öleceksiniz ya da alternatif üreteceksiniz. Bizimki böyle bir süreçti. O sıkışmışlığın ve gelişmenin sonucunda hayattan artık pay istemeye başladığımızda, ‘bizde bu ülkede yaşıyoruz o halde bizde varız’ demenin bir neticesiydi.
Biz 20-30 yaşında gençlerdik. Ve bir şeyler yapmamız gerekiyordu. Yaptık.
*
Karnınızı doyurmak zorundasınız. Yurt dışına gittik, açız, yemek yiyeceğiz ancak lokantalarda sağlıklı ve helal gıdalar olup olmadığını bilemiyorsunuz. Kendimiz alternatif ürettik. 90’lı yıllarda Ömer Karaoğlu, Hüseyin Goncagül ve ben konser verme amacıyla 11 gün Almanya’ya gittik. 11 gün ton balıklı pizza yedik. Ama harama karşı bir alternatifti.
*
Çok zor şartlar altında albümler yapmışsınız. Albümler teknolojik olarak günümüzdeki yapımlarla kıyaslanamayacak derecede vasat. Şimdi teknoloji var, imkanlar var, her şey var. O günden bu güne ne gelemedi de ezgiler sustu?
Bu tek başına ilerleyen bir şey değil. Edebiyatla, siyasetle, ekonomiyle, eğitimle hepsi beraber yürür. Toplumlar belirli noktalara ulaşınca; şöhrete, iktidara, imkâna ulaştıkları vakit psikolojileri ve yönelişleri değişir.
İktidara ulaşanlar iktidarı koruma içgüdüsüne dönerler. Ekonomik imkânlara ulaşanlar yaşadıkları konforu muhafaza etme güdüsüyle hareket etmeye başlarlar. Şöhret sahipleri de o şöhretlerini koruma psikolojisiyle hareket etmeye başlarlar. Önceden böyle bir dertleri yoktur. Şöhret olmak gibi bir kaygıları yoktur. Sonuca ulaşmak gibi bir kaygıları yoktur. Zirveye çıktığınızda ötesi yoktur. Zirve hedefsizliği de doğurur.
Sanatçıların kaygıları mı değişti?
İlk albümlere bakın, kapağında ne bir resim, ne bestekâr, ne okuyan vardır. Dinlediğiniz şey eserin kendisidir. Zamanla artık dinlediğimiz şey eserin kendisi olmaktan çıktı. Dinleyici Eşref’i dinler, Abdülbaki’yi dinler, Aykut’u dinler oldu. Mevzu kişiselleşince kopmalar başladı. Tanıdığım bazı insanlar oldu, adamın namazla, abdestle alakası yok ama cihad marşı yazıyor.
Peki dinleyici? Olduğu yerde duruyor mu?
Durur mu… O da hassasiyetini kaybetmeye başladı.
Bazı arkadaşlarımız olayı başka bir yere taşıdılar gibi bir kırgınlığınız ya da eleştiriniz var mı?
Söylediklerimin çoğu kendi nefsim için. ‘Ben bundan müstesnayım’ diyemem. Eğer iyi bir takipçiyseniz, kimler kırıldı, kimler devam etti, kimler hangi noktalara taşındı, bunları siz görürsünüz. Benim söylemem yakışık almaz. Eğer ben falanca böyle yaptı dersem, meseleyi benim de kişiselleştirdiğim anlamına gelir.
O dönemin başarılı isimlerinin dahi sesinin çok iyi olmadığı eserleri var. Diksiyon hataları, sound hataları, detoneler… Neydi sizi dinleten şey?
O sessiz kalabalıkların sesi olmuştuk biz. Müziğimize olan rağbetin tek sebebi buydu. Bütün mesele, bütün sihir buradaydı.
Ezilen, hor görülen, kenara itilmiş olarak miting meydanlarını dolduran kimselerden farklı insanlar değildik. Sadece onların, aklından, gönlünden geçeni, dillerinin ucuna gelip de söyleyemediklerini onlardan önce söylemiş olduk. Söylediklerimiz değer gördü, hepsi bu kadar.
Bugün muhafazakar kitlenin elinde bulundurduğu radyolar, televizyonlar, yayın araçları var. Ve bu noktalarda çok farklı isimler varken, geçmişin cefasını çeken sizler yoksunuz. Bu durumun, kitlenizi yansıtmanız açısından bir kayıp olduğunu düşünüyor musunuz?
Başka insanlar muktedir oldukları zamanlarda Müslümanları kategorize ettiler. Üniversiteye almadılar, kamusal alanlara almadılar, sembolik bir şey yakaladıkları zaman radyolarına almadılar, televizyonlarına almadılar, belediyelerine almadılar.
Ama biz böyle yapamayız. Biz âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bir Peygamberin mirasını devam ettiren insanlarız. Dolayısıyla başka insanların seslerine de radyolarımızda, televizyonlarımızda helal dairesi içinde yer veririz. ‘Siz buraya giremezsiniz’ dersek kendimizi bitiririz. İslam’ın evrenselliğini bizzat biz baltalamış oluruz.
*
Bunun orantısını da iyi ayarlamak lazım. İslam orduları Mekke’yi kuşatmış. Ebu Süfyan henüz Müslüman olmamış. Lakin siyer kayıtlarında Ebu Süfyan’ın adı yüzlerce kez geçiyor. Çünkü Ebu Süfyan, zengin, kabiliyetli, yakışıklı bir adam.
Aiz bin Amr’ın adı ise siyer kayıtlarında bir kez geçiyor. Aiz bin Amr Müslüman, ama soylu değil, becerikli değil, zengin değil fakat Müslüman. Ebu Süfyan, Peygamberimizle barış yapmak için atına binip geliyor. Tam o sırada Aiz bin Amr nöbet tutuyor. Aiz onu alıyor, Peygamberimize getiriyor. Çadırın girişindeki nöbetçilere diyorlar ki ‘Peygamberi bilgilendir barış görüşmeye geldik.’
Nöbetçiler ‘Ey Allah’ın Rasûlü Ebu Süfyan ile Aiz bin Amr geldi’ dediklerinde, Peygamberimiz uyarıyor; ‘öyle söylemeyin, Aiz bin Amr ile Ebu Süfyan geldi’ buyuruyor. ‘Ebu Süfyan gelmesin’ demiyor. Sadece ‘Aiz bin Amr’ı önce zikredin’ diyor Efendimiz.
Buradan anlıyoruz ki; fakir de olsa, iman etmiş bir mümin, başka bir Müslüman için muhatap olarak önceliklidir.
*
Siz bir Müslüman olarak bir radyonun, televizyonun, derginin sahibiyseniz, sizin gibi düşünen, hakikaten sanatını da iyi icra eden bir sanatçı var ise o sizin için öncelikli olmak durumundadır.
İşte bu öncelik hassasiyetini kaybettiğimiz için gözden ırak olan gönülden de ırak oluyor. Radyolarınızda, televizyonlarınızda öncelikli olarak başka isimleri takdim ederseniz bir süre sonra Abdülbaki Kömür’de unutuluyor diğer arkadaşlar da, yaptıkları sanat da unutuluyor.
Bir kırgınlığınız, siteminiz var mı?
Benim hiçbir kırgınlığım yok. Çünkü ben bir gün hesap vereceğim. Bana ‘ne yaptın’ denilecek. Bende ‘bunu yaptım ya Rabbi’ diyeceğim. Hak nezdinde yaptığımı doğru yapmışsam mesele yok. Bu düşünce çerçevesinde kişisel olarak herhangi birine veya bir kitleye asla bir kırgınlığım olamaz.
Sadece şunu söyleyebilirim. Bu söylediğim Allah şahit ki kişisel değil.
Ülke olarak bir açılım süreci geçirdik, dünya kadar ünlü görüşmelere çağrıldı. Görüşlerine başvuruldu. Bizden kimse yoktu. Ömer (Karaoğlu) çağrılabilirdi, ben çağrılabilirdim, Mehmet Emin Ay çağrılabilirdi, diğer arkadaşlarımızdan çağırılanlar olabilirdi, çağırılmadık…
Kişisel olarak değil fakat toptan bir şekilde görülmeyişimiz bizi incitti. Elbette her Müslüman gibi bizim de ‘kaşınmak istenen’ bölgedeki mesele üzerine, Müslümanca, ve kardeşlik bilinci çerçevesinde düşüncelerimiz, tezlerimiz var.
Ben ve arkadaşlarım, ‘ancak inananlar kardeştir’ bilincine sahibiz. Bu anlamda en iyisini biz biliyoruz. Mümin olmanın kriterleri nelerdir? Irkçılık nedir? Bunları biliyoruz biz. Şunu biliyoruz; Kur’an’da ismiyle lanet edilen bir kişi vardır o da Allah’ın elçisinin, Peygamberimizin amcasıdır. Her beş vakit İslam’ın vitrinine çıkarılan isim ise siyahi Bilal’dir. Bizler ‘ırkçılık şeytanın mesleğidir’ diyoruz. Unutulmamalıdır ki şeytan Allah’ı inkâr ettiği için değil, ırkçılık yapıp “Adem’den üstünüm” dediği için ‘şeytan’ oldu.
Bunları bilen biziz. Bu ülkede birlik sorunu ortadan kalkacaksa, hastalıkların en iyi reçetesini sunan kitabın Kur’an olduğunu en iyi bilen biziz.
Ortada bir hastalık var siz eczaneye değil, manava gidiyorsunuz. İlacı almak için eczaneye gitmeniz gerekir. Yok sayıldık. Küsmedik, kırılmadık fakat bu durum incitti bizi…
Bugün sizin müziğinize ihtiyaç olduğunu düşünüyor musunuz? Eğer ihtiyaç olduğunu düşünüyorsanız bir çıkar yol arıyor musunuz? Günümüzde sanat üretiminin sığlığını gördüğünüzde ‘nasıl bir çıkış noktası üretmeliyiz’ sorusuna verebildiğiniz cevaplar var mı?
Günümüzün sanat dünyasında medya ayağını unutmamak gerekiyor. Medya neleri empoze ediyorsa, gençlerin rağbet ettiği şeyler de onlar oluyor. Sıfır noktasıyla, 360 noktası aynı noktadır. Belki de biz medyayı ortak değerlerimiz çerçevesinde kullanmayı öğrendiğimiz zaman o sıfır, 360’a tamamlanacak. Yahut insanlar bizzat kendileri fark edecek. Ben kimle konuşsam ‘Allah sizden razı olsun neydi o günler’ diyor. Memnuniyetlerini ve özlemlerini ifade ediyor. Bütün bu sıkıntıyı yaşayan gençlerin, belli kuşaktaki belli yaştaki insanların zihninde hep o lezzet, o tat kalmış.
Bence işin doğası gereği o lezzetli noktaya yeniden gidilecek. Gençler doyum noktasına ulaşıp oraya gidecek. Sanatçılar kendi içlerinde bir muhasebe yapıp oraya dönecek.
Sizin o dönemlere dair çok özlediğiniz şey?
O zamanlar sanatımızı beraber yaptığımız arkadaşlarımızla ve kitlemizle daha sık bir araya geliyorduk. Onu özlediğimi söyleyebilirim.
Bugün sizin emek verdiğiniz bir ideoloji Türkiye’yi yönetiyor. Sanat camianız kitlesel olarak bir alkış ya da eleştiri tutamıyor. Ancak ideolojisi çok daha farklı olan bir sanat camiası, bir deklarasyon yayınlayıp kitlesel olarak sesini duyurabiliyor. Bu bir eksiklik değil mi?
Haklısınız. Kişisel olarak tepki veriyoruz ancak bu Eşref’in görüşü, Abdulbaki’nin görüşü olarak kalıyor. Kitlesel bir organizasyon ortaya koyabilmeliydik.
Ciddi bir ekiptiniz, bir dernekleşme faaliyetine girmeyi hiç düşünmediniz mi?
Teşebbüs edildi ama olmadı. Belki bunun arka planında benim çok onaylamadığım ama realite olan bir husus var. Çoğunluk olarak, müzikten geçinen insanlar değildik. İbrahim Tanrıkulu imamdı, ben öğretmendim, Mustafa Demirci ilahiyat öğrencisiydi, Ömer Karaoğlu akademisyendi, Mehmet Emin Ay müftüydü, Eşref radyocuydu. Hepimizin başka işleri vardı. Başka işlerimiz olduğu için dernekleşmeyi pek önemsemedik. Müzikle ilgili bir geçim derdimiz yoktu.
Aramızda müzikle geçinmek gibi derdi olan bir kaç arkadaşımız vardı. Mesela Aykut Kuşkaya bunlardan birisiydi.
Bir derneğimizin olması gerekirdi. İhmal ettik. Sanatımız anlamında çok önemli bir sivil toplum kuruluşu olabilirdik.
Gençlerin sanatınıza ilgisi nasıl?
Ben müziğe hiç enstrüman ve nota bilmeden başladım. Şu anda görev yaptığım Kadir Topbaş Kültür Merkezi’nde de, başka merkezlerde de, nota öğrenen, solfej öğrenen, enstrüman çalma gayretinde olan gençler var. Bizim eserlerimizi seslendirmeye, işin bilimsel tarafını da bilerek başlamış gençler olduğunu biliyorum. Dolayısıyla ümitvarım. Ancak şu an üretim aşamasında değil, bir önceki kuşağı taklit etme aşamasındalar.
****
Çocukluğumda, dedemin yanında ilden ile miting meydanlarında gezindiğim yıllarda, ezgileriyle davamıza hayat vermiş bir isimle, geçmişten bugüne serüvenini ve sanatını konuşmak, sizlere aktarmak benim için değerli, kıymetli ve oldukça heyecan vericiydi…
Görüşmek üzere…