Geçtiğimiz hafta, Gaziantep’ten başlayan, Kilis, Öncüpınar, Şanlıurfa, Mardin ve Diyarbakır ile devam eden bir yolculuktaydım…
Muhtemel ki, “gerçeğe daha yakın olabilmek” hedefi ile çıktığım yolculuğun hayal dünyamı sarsarak uyandırışı, ömrümün arta kalan kısmında yer alacak olan bütün “gerçek”leri şekillendirecek…
*
Uçağım Gaziantep’e indiğinde hava kararmak üzereydi. Havalimanı çıkışı ilk iş, mihmandarım ile birlikte Kilis’e doğru yola çıktık. Sokakların “tedirginliğe” bulandığı, sessiz ve sakin bir kent karşıladı bizi. İnsanlar aileleriyle birlikte en güvenli yere, meskenlerine çekilmiş. Bu onlar için bir tür güvenlik önlemi. Kentin “en ünlü” işletmelerinin insana hasret hali, bir bardak çay için ciddi bir kararsızlığa sevk edecek cinsten…
Güneşin altındaki Kilis’in, gecesinden çok bir farkı yok. Sokaklarda gece başıboş gezen “tedirginlik”, gün ışıdığında insanların üzerine sinerek sürdürüyor hükmünü…
İnsanlar tepkili Kilis’te. Muhalefeti ve iktidarıyla, siyasete olan güvenleri zedelenmiş. Ocak ayından bugüne düşen roketlere 20’den fazla ölü, 60’dan fazla yaralı veren, Kilisliler için “tepki” çaresizliklerine su serpecek doğal bir dışavurumken, Kilis’te yapılacak her türlü protesto ve eylem valilik kararı ile yasaklanmış…
*
Öncüpınar Mülteci Kampı’na geçtiğimde karşılaştığım manzara, bana, bu toprakların insanı olduğum için “Allah’a hamd” sebebi oluyor…
Mülteciler için kamp içerisinde her türlü hizmet ve detay düşünülmüş. Çocuklar için oyun parkları, kreş ve okullar, hastane, rehabilitasyon merkezleri, psikolog, market, her aileye kişi başı verilen aylık ödenekler ve genel ihtiyaç kalemleri…
Konuştuğum mülteciler Türkiye’ye karşı minnet dolu oldukları kadar mutsuzlar da. Mutsuzluklarının sebebi Türkiye değil, kendi yurtlarına ne zaman döneceklerine dair bir fikirleri olmayışı. Fakat umutlular. Her konuştuğumuz göçmen, “bir gün mutlaka doğup büyüdüğümüz topraklara döneceğiz” diyor…
Sağlanan imkanlar ne kadar iyi de olsa, sokağınıza her gün kimlik kontrolü ile girip çıktığınızı düşünün. Bu durum devlet için ne kadar gerekliyse, onlar için de 5 yıldır bitmek tükenmek bilmeyen bir esaret…
Misafiri olduğumuz konteyner evlerin sahipleri bütün misafirperverliklerini göstermek adına bir telaşa düşüyor. Minnet borcu ödemek ister gibi her biri. İki engelli çocuğuna rağmen sürekli şükreden ve sizi güzel ağırlayamadım diyerek defalarca özür dileyen “o anne”yi hayatım boyunca unutamayacağım sanırım. Daha önceleri karşılaşmadığım bu misafirperverlik hali konteyner kentin bütün sokaklarında yüzümü kızartan bir utanç haline dönüşüyor bende…
*
Şanlıurfa, Mardin ve Diyarbakır…
O kadar acıya rağmen bu neyin güzelliğidir dediğimiz şehirlerin her birinde, turistik endişelerin çok ötesinde derin bir tarih karşılıyor bizi. Üzerlerinde gezen, sureti bilinmez gölgelerin altında o mağrur duruşlarıyla arz-ı endam ediyorlar. Sindirilmeye çalışılan halk, bütün tehditlere rağmen cevap vermediği “taşeron ve siyasal terör”ün karşısında, elini tutup kaldıracak ve galibiyetini ilan edecek olanı bekleyen, ilk raundu nakavt ile almış galip bir boksör edasında…
*
Bölgedeki ziyaretlerim süresince görüştüğüm vatandaşların, STK temsilcilerinin, kanaat önderlerinin eleştirileri ve talepleri ortak. Çözüm sürecinden açılan muhabbet; Siyaset, Devlet, HDP, taşeron PKK, ve Kürt Halkı’nın talepleri ekseninde yoğruluyor. Batı’dan görüneni ekarte etmeye adanmışçasına kurulan ve her hecesi ciddi bir kültür birikimine sırtını dayayan cümleler, çözümün aslında ne kadar yakın olduğunun net birer ifadesi olarak anlam buluyor.
*
Görüştüğümüz vatandaşların ve STK temsilcilerinin verdiği mesaj net;
İnsani birer hak olan ve bunca yıldır ötelenen taleplerin, -günümüz siyasetinin içerisinde kendisine yer bulduğu söylem gerçekliğinin yanında- yasal teminatlar altına alınması ve insani bir anayasa etrafında şekillendirilmesi, sadece Kürt Halkı’nın sorunlarının çözümü değil, bu topraklarda “özgürlük” adına girişilecek her türlü illegal yapılanma ve faaliyetinde sonu olacaktır.
*
Gezi süresince misafiri olduğum her düşünce;
Sorunun, belirli kalıplarla düşünülmeye ve değerlendirilmeye alışılmış, dil ve kavram eksenin dışında, insani, vicdani ve İslâmi bir mesele olduğunu anlamak için, batı bencilliğinden, milliyetçilik hastalığından kurtulmayı hedeflemiş bir zihinle, düşünceyi yormaya başlamak gerektiği tezini tasdik ediyor.
*
Sorunun özünü anlamak ve çözüme halkın gözünde ulaşabilmek adına yararlı notlarla dolu olduğunu düşündüğüm görüşmeler ve röportajları Pazartesi gününden itibaren Haber10’da bulabileceksiniz.
Takip edebilmeniz ve yararlanmanız dileğiyle…
Cüneyt Polat
twitter.com/aybers