15 Temmuz Darbe Araştırma Komisyonu Başkanı, Anayasa Komisyonu Başkan Vekili ve AK Parti Burdur Milletvekili Reşat Petek ile TBMM’deki makamında buluştum. Darbe Komisyonu’na, FETÖ ile ilgili edinilen bilgilere dair merak edilenleri ve yeni anayasa üzerine akıla takılanları sordum. Sorularımı sorarken olabildiğince objektif yaklaşmaya çalıştım ve karşılığında da aynı samimiyette cevaplar aldım. Sayın Petek’in özellikle FETÖ gibi bir yapılanmanın devlete nüfuzu konusunda, öz eleştiri niteliğindeki yanıtları oldukça etkileyiciydi.
Bir birinden önemli cevapların aklınızdakilere yanıt olması dileğiyle…
İyi okumalar…
Cüneyt POLAT
twitter.com/aybers
KOMİSYON’UN GÖREVİ BİLGİ EDİNMEKTEN İBARETTİR
CP: 15 Temmuz sonrası TBMM çatısı altında bir darbe komisyonu kuruldu. Başkanlığını yaptığınız komisyon, 4 Ekim 2016 ile 4 Ocak 2017 tarihleri arasında 3 aylık bir çalışma süreci yürüttü. Komisyonunun görevi, etkinliği neydi, tam olarak ne yaptı?
Öncelikle araştırma komisyonunun anayasal niteliğini iyi bilmek lazım. Bilinmediğinde beklentiler de farklı oluyor. Araştırma komisyonları, mevcut anayasamızda ve şu an değişikliği görüşülen anayasa metninde, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin denetim yollarından birisi olarak geçiyor.
Anayasa, komisyonların görevi için; “meclisin görev verdiği bir konuda bilgi edinmekten ibarettir” diyor.
Biz de bu tanıma uyarak, Fetullahçı Terör Örgütü’nün ve bu örgütün 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin tüm yönleriyle araştırılması, bilgi edinilmesi görevini üstlendik.
Komisyondan diğer bir beklenti de “Türkiye’de 15 Temmuz benzeri darbe girişimlerinin yaşanmaması için alınması gereken önlemler nelerdir?” sorusuna verilecek yanıtlardı. Bu sorunun yanıtlarını aradık.
4 siyasi partinin Meclis’teki temsil oranlarına göre katılım sağladığı bir komisyon olarak yetkilerimiz çerçevesinde; 15 Temmuz’un görgü tanıklarını, mağdurlarını dinledik, şüphelileri hakkında kamuoyuna yansıyan, yansımayan taraflarıyla ve yasal süreçleriyle ilgili bilgi toplamaya çalıştık.
Olayların cereyan ettiği mekanları bizzat gördük, o mekanlarda o geceyi yaşayan görgü tanıklarını bizzat dinledik.
Bunlar, 3 aydır yaptığımız çalışmanın ana hattını oluşturdu.
Sonucunda da yapmamız gereken; çalışmalarımız süresince edindiğimiz bilgileri rapor halinde Meclis’e, Türkiye’ye ve Dünya’ya, bilgi ve tecrübe anlamında sağlam bir referans olarak sunmaktır.
Fetullahçı Terör Örgütü nasıl bir örgütmüş? Ne zaman kurulmuş? Devlete sızma faaliyetlerini nasıl yapmış? Nasıl olmuş da yargıda, emniyette, askeriyede, en önemli makamlara üst bürokrasiye nasıl yerleşmiş? Bunların çalışma metotları, inançları, dini istismar yöntemleri, finans kaynakları, siyaseti kullanmaları, siyasetçilerle irtibatları, özel sektörle ilişkileri gibi bütün detayları raporumuzla birlikte paylaşacağız.
CP: Kimleri dinlediniz?
Mecliste sandalyesi bulunan her siyasi partiden oluşan bir komisyon olarak, “kimleri dinleyelim arkadaşlar, kimleri davet edelim” dendiğinde, her siyasi partinin talep ettiği farklı isimler ortaya çıktı. Yaklaşık 200 dolayında isim gündeme geldi.
CP: Bu kadar ismi dinlemek için 3 ay yeterli oldu mu? Kısa gibi duruyor?
Yeterli olduğunu düşünüyorum. 200 kişinin hepsini dinlemiş değiliz. Tekrara düşmeyecek şekilde 141 kişinin bilgisine başvurduk.
Komisyonlardan beklenen çalışmaları, makul ve yasal sürede tamamlayamadığınız zaman, kamuoyunda şöyle bir algı oluşuyor; “iş çözülmesin, üstü kapatılsın isteniyor, komisyona havale edildi.” Biz böyle yanlış bir algıya mahal vermek istemedik. Çok canlı, dinamik, süratli bir çalışma yaparak bu süre içerisinde en fazla mesai yapan komisyon olduk.
MECLİS ARAŞTIRMASI 15 TEMMUZ’DAN 1 YIL SONRA YAPILSA ÇOK DAHA SAĞLAM VERİLERE ULAŞILABİLİRDİ
CP: Komisyonun çalışma süresi bittikten sonra, komisyon başkanı olarak “şu noktalara da dokunsaydık, dokunmalıydık” dediğiniz, bu çalışma süresince eksikliğini hissettiğiniz alanlar oldu mu?
Şunu söyleyebilirim. 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin üçüncü ayında, yani adli soruşturmaların hazırlık safhasında olduğu, soruşturmaların yeni başladığı bir dönemde çalışmaya başladık. Biz çalışmaya başladığımızda ortada sadece Denizli Başsavcılığı’nın iddianamesi vardı.
Adli süreçle aynı anda çalışmaya başlamak bizim dezavantajımızdı.
Anayasa’nın 138. Maddesi der ki; “görülmekte olan bir dava hakkında Yasama Meclisinde yargı yetkisinin kullanılması ile ilgili soru sorulamaz, görüşme yapılamaz veya herhangi bir beyanda bulunulamaz.”
Biz yasama adına bir çalışma yapıyoruz. Dolayısıyla, yaptığımız çalışmalarda Anayasa’nın 138. Maddesini dikkate almamız lazım.
Adli soruşturmalarda, iddianamenin düzenlenip mahkeme tarafından kabul edilinceye kadarki dönemi Ceza Muhakemesi Kanunu gereği gizlidir.
Muhalefet partilerinden olan komisyon üyelerimizin ısrarlarına rağmen, bazı konular adli süreçte olduğu için gizliliğini ihlal etmemek adına dokunmadık.
Soruşturmaların selametine de zarar vermemek lazım. Nitekim başsavcılıklardan ve Adalet Bakanlığı’ndan, istediğimiz bazı bilgiler de soruşturmaların gizliliği nedeniyle gönderilememiştir.
“Keşke” kelimesini kullanmak illa gerekiyorsa, şu söylenebilir: “Meclis araştırması, Ekim ayında başlayan bir araştırma değil de, darbe girişiminden 1 yıl sonra yapılmış olsa, çok daha sağlam verilere ulaşılabilirdi.”
Savcılıklarda soruşturmaların bir çoğu tamamlanmış, iddianameler açılmış, deliller mahkemelerde tartışılır, bir kısım mahkumiyet kararları verilmiş olurdu. Böylece komisyon, onlardan da istifade etmek adına daha rahat çalışabilirdi.
Bunu söylerken adli soruşturmalar hakkında hiç bilgi edinilmedi, delil toplanmadı gibi bir şey söylemek istemiyorum.
CP: Somut bir örnek vermeniz mümkün mü?
Biz soruşturmaya başladığımızda, ByLock nedeniyle hakkında soruşturma yürütülenler, 50-60 bin kişi civarında ise şimdi 129 binlerde. İstihbarat makamlarının ise halen çalıştığı, sayının çok daha fazla olduğu ifade ediliyor. Dolayısıyla, yeni isimler ve o isimlere bağlı olaylar için istifade edilecek kaynaklar biraz daha genişlemiş olurdu.
Fakat şunu yeniden söyleyeyim Meclis Araştırma Komisyonu’nun isim tespit etmek, şüpheli bulmak, sanık bulmak, onun hakkında dava açılmasını sağlamak gibi bir görevi yok. Komisyona böyle bir süreç beklentisi içerisinde bakılırsa, herkes aradığını bulamaz.
ByLock ARAŞTIRMA KOMİSYONU DOSYASI DEĞİLDİR
CP: ByLock listeleri getirilmeden komisyon görevini bitirmemeliydi deniliyor. Bu talebi nasıl değerlendirdiniz?
Bunu söyleyen milletvekilleri hukukçu veya hukuki, siyasi tecrübesi olan isimler. Pekala onlar da biliyorlar ki Bylock listelerini istemek, onları getirtmek, deşifre etmek, Fetullahçı Terör Örgütü üyelerinin veya darbe girişimine bilfiil katılanların kaçmasına, delilleri karartmasına ve soruşturmadan beklenen neticenin elde edilememesine sebep olacak bir gelişme olurdu.
Şu anda Milli İstihbarat Teşkilatı yetkilileri, ellerinde yeni listeler olduğunu ve bunların üzerinde çalışıldığını ifade ediyorlar. Kamuoyu veya meselenin derinine vakıf olmayanlar şöyle bir şey zannedebilir; efendim bir telefon listesi var karşısında da bir isim listesi var, bunlar da Bylock’çu.
Böyle bir şey yok. Listeden maksat, önce Milli İstihbarat’ın elde ettiği ana serverdaki kayıtlı numaralar. Bu numaralar ve telefonların IMEI adresleri kimin adına kayıtlı, fiilen kim kullanıyor, bu telefonlar üzerinde bilgi alışverişi, mesajlaşmalar, haberleşmeler hangi süreçlerde yapılmış, bunların FETÖ bağlantısı ne kadar derin ve diğer kaynaklar neler, bunlar araştırılıyor. Ve bütün bunlar adli soruşturma safhasında ortaya çıkıyor.
Dolayısıyla ByLock, asla bir araştırma komisyonu dosyası değildir.
Komisyona bir başsavcılık, bir soruşturma makamı olarak bakarsanız, beklentiniz bu yönde olursa, elbette beklediğinizi buradan alamazsınız.
FETÖ’NÜN SİYASİ AYAĞINI TESPİT ETTİK
CP: “FETÖ’nün siyasi ayağını tespit ettik” şeklinde bir söyleminiz vardı. bu açıklamayı neye istinaden yaptınız?
Komisyonda yaptığımız dinlemeler, elde ettiğimiz bilgiler ve belgeler sonucunda, bu ve benzeri açıklamaları yaptım. Bunlar bizim görev alanımıza giren ve çalışmalarımız sonunda elde ettiğimiz verilere dayalı olarak söylediğim şeylerdi.
CP: İçişleri Bakanı Süleyman Soylu geçtiğimiz günlerde “FETÖ konusunda bizim bildiklerimizi bilmiş olsanız, 2 saat, 3 saat uykunun bile fazla olduğunu hep beraber görmüş oluruz. Çok daha derindeler” dedi. Komisyon bu bilginin ciddiyetine vakıf olacak bilgilere de ulaştı mı?
Bilgilere ulaştık. Bizde mevcut olan bilgilerin bir kısmını bu konu üzerinde çalışan, kafa yoran akademisyenlerle paylaştığımda “bende FETÖ’yü bildiğimi zannediyordum. Ama gerçekten yeniden okumamız, okumalarımızı daha da arttırmamız gerektiğine inandım” şeklinde cevaplar aldım.
Baştan itibaren bir örgütle karşı karşıyayız. Fakat örgütün bilinirlik şekline baktığımızda kendisini hizmet hareketi, cemaat gibi isimlendirerek kamufle ettiğini biliyoruz.
Geldiğimiz noktada, özellikle 17-25 Aralık 2013’ten itibaren artık bir terör örgütü olduğunu, silahlı terör örgütü olduğuna tereddüt bırakmayan bir yapı olduğunu fark ediyoruz.
FETÖ İLE İLGİLİ DEĞERLENDİRMELERDE KASIT UNSURU ARAMAK LAZIM
CP: Tam bu noktada sormam gerek sanırım. Fetullah Gülen denildiğinde Türkiye’de siyasetçisinden, bürokratına, bürokratından sade vatandaşına herkesin bildiği ortak bir isimden bahsediyoruz aslında. Geçmişe dönüp baktığımızda, “hoca” diye isimlendirilen biri var karşımızda. Ve bu şahıs hakkında siyasilerin, bürokratların, gazetecilerin, yazarların akademisyenlerin, eli kalem tutan bir çok kişinin övgüye dayalı söylemleri var. Daha sonrasında bu örgütün bir hizmet hareketi olmayışının keşfedildiği bir süreci yaşadık. 17-25 Aralık süreciyle birlikte nasıl bir örgüt oldukları ortaya çıktı. Şimdi geçmişe dönük olarak, gerek siyasilerin, gerek yazarların bu terör örgütü lideri hakkında daha önce ki söylemleri servis ediliyor. Nitekim sizin için de yapılan bu tür servisler var. Aynı şekilde daha bir çok siyasinin de gerek tweetlerinin gerek video görüntülerinin servis edildiğini görüyoruz. Nasıl değerlendiriyorsunuz?
Gerçekten güzel bir soru oldu. Bunun için teşekkür ediyorum. Ceza Hukuku’nda temel bir ilke vardır. Suçları tasnif ederken, “kasıtla işlenen suçlar”, “taksirle işlenen suçlar” diye ikiye ayırırız. Bir trafik kazası taksirli bir suçken bir adamı silahla öldürmeniz kasten işlenmiş bir suçtur. Kasıt, suçun manevi unsurudur, temel ögesidir.
Kasıt olmadan o suçta mahkumiyet veremezsiniz. FETÖ’yle ilgili de insanların değerlendirmelerini, açıklamalarını, yanlarında olmalarını, yardım etme gibi fiili durumlarını, eylemlerini, kasıt unsuru yönünden değerlendirmek lazım.
Özellikle 17-25 Aralık 2013 tarihinin bu noktada bir milat olarak düşünülmesi gerekir. Biraz daha konuyu yakından takip eden, belki bunun istihbarat sürecinde ve sorumluluk makamındakilerin değerlendirmesinde de 7 Şubat 2012’de yaşanan, MİT Müsteşarı’nın yasal olmayan bir şekilde ifadeye çağrılması olayını milat olarak almak lazım.
17-25 Aralık öncesinde hemen hemen her siyasi partiden veya partisi olmayıp da kendisine göre bir ideolojik tavrı, düşüncesi olan insanların “hizmet maskesi” takmış bu oluşum hakkındaki görüşlerini ayrı, 17-25 Aralık ile birlikte, bir terör örgütü olduğunun açığa çıkışını ve sonrasındaki duruşlarını farklı değerlendirmek gerekiyor.
Biraz daha açmak gerekirse, yabancı ülkede Türk Bayrağı’nın dalgalanmasından, Türkçe Olimpiyatları’nda çeşitli ülkelerden çocukların bir araya getirilerek, bizim ezgilerimizin, namelerimizin, türkülerimizin veya İstiklal Marşı’mızın söyletilmesi karşısında duygulanıp, bundan dolayı, geçmişte bunları tebrik eden bir siyasetçinin, bir yazarın veya sade bir vatandaşın, “bak bu da FETÖ’cü”dür diye damgalanması doğru değildir.
O günün şartlarında bir terör örgütü olduğu, hücresel bir yapılanma, dış güçlerin kullandığı maşa örgüt olduğu konusunda bilgisi olmayan veya bilgisi olduğu noktasında elinizde bir bilgi olmadan, bir siyasetçiyi, bir bilim adamını veya herhangi bir vatandaşı bu terör örgütünün mensubu gibi değerlendirmek sağlıklı bir yaklaşım olmaz.
AK Parti de dahil, pek çok siyasi parti içerisinde, cemaat veya hizmet olarak anıldığı, okul, yurt, bağış, hayır, hasenat hareketi olarak değerlendirildiği dönemlerde FETÖ veya onun sözde lideri hakkında bir takım övgü içeren sözler, olumlu şeyler söylemiş olabilir insanlar.
Bunları sadece bu söylemlerinden dolayı örgüt bağlantılı olarak görmek, en azından buradaki manevi kandırılmışlığı, kasıt yokluğunu görmemek olur.
17-25 Aralık tarihinde emniyet ve yargıyı kullanarak darbe teşebbüsüne kalkıştıkları ortaya çıktıktan sonra, karşımızda artık bir hizmet hareketi yoktu. Türkiye’de ve dışarıda bir bayrak dalgalandırma yarışı bir anda yok oldu. Bütün değerlerin istismar edildiği, üst aklın maşası oldukları ve temel hedeflerinin, Türkiye’yi ele geçirmek olduğu çok açık şekilde ortaya çıktı.
Nitekim o günlerde bu örgütün silahlı bir terör örgütü olduğunu ifade edenler içerisinde ben de vardım. Özellikle Cumhurbaşkanımızın ağzından kamuoyuna deklare edilen bilgilerden sonra, “hayır efendim biz, demokrasi adına, hukuk adına insan hakları adına bunların yanındayız beraber çalışıyoruz, destekliyoruz” diyenlerin bu eylemlerinin her birinin hukuksal karşılığı var. Görüyoruz ki, bunu söyleyenler de ya doğrudan yöneten, ya da sevk edenler. Bu anlamda örgütün üyesidirler dolayısıyla suçlulardır.
Bu hareketin bir silahlı örgüt olduğunun açığa çıktığı 17-25 Aralık sürecinden sonrasının değerlendirmesini ayırarak diyorum ki; ister AK Parti olsun, ister Cumhuriyet Halk Partisi, ister MHP veya parlamentoda grubu bulunmayan diğer parti siyasetçileri olsun, bunların çok geçmiş söylemlerine dayanarak suçlanması, gerçekçi ve doğru tespitler adına bir neticeye götürmez.
Fakat bu isimleri bilgi olarak arşivlerimizde bulundurduğumuzda oradan da çıkarılan başka bir netice şudur: FETÖ kuruluşundan, 1960’lardan itibaren, ideolojik vasfı ne olursa olsun ayırt etmeksizin, siyasetçilerle iyi ilişki kurmuş, onlardan istifade etme yolları aramıştır.
TAKİYE İLE GİZLENMİŞ, BÜROKRASİYİ KISKACINA ALMIŞ
CP: İdeolojisi ne olursa olsun diyorsunuz. Bunu çok net görebiliyoruz. Bir Ecevit’in yanında, bir Demirel’in, bir AK Parti’nin. Hem CHP ile, hem de HDP ile işbirliği içerisinde. Bu neyi gösteriyor? Her biri farklı ideolojilere sahip bu siyasi oluşumlar, neden bu örgütle işbirliği içerisine girmekteler?
Bu örgütün bilinen kurucusu, dindar görünen, kendisine hoca denilen biri. Meseleye ilmi yok gibi söylemlerle yaklaşmak da doğru değil. Dini öğrenmiş, Kur’an’ı öğrenmiş, hadis ilmini öğrenmiş bu konuda çalışmalar yapmış, yaşamıyla, hayat tarzıyla, örnek görüntü verecek, evlenip aile hayatına bile vakit ayırmadan çalışan, hoca görüntüsü veren bir profil var karşımızda.
Tabanı, muhafazakâr kitleye dayanan bir çalışma görüyoruz. Bunda tereddüt yok. Başlarda, kendine bağlılığı, dini emareleri kullanarak, dolaylı yollardan, Kuran’ı ve Sünneti kullanarak sağlamış, daha sonrasında ise kendi ürettiği ve öne çıkardığı hikayeleri, rüyaları, sözde ilhamları empoze etmiş, bu argümanları ile lideri, yani kendisini dokunulamaz bir noktaya oturtmuş sözde bir hoca ile karşı karşıyayız.
Bu dinsel yaklaşımlar FETÖ’nün ilk yıllarında soruşturmalara sebep olmuş fakat bu soruşturmalar “irticai faaliyetler” kapsamında yapılmış. Bu soruşturmalarda “gizli, silahlı bir örgüt” emaresi yok.
Nitekim 1992’lerde Ankara Emniyet Müdürü Cevdet Saral ve Osman Ak’ın yaptığı soruşturmalar, Nuh Mete Yüksel’in 1996-97’lerdeki soruşturması, , genelde şeriat devleti kurmak isteyen, dini devlet kurmak isteyen bir örgüt olarak bakılıp yapılan çalışmalar.
Bununla birlikte emniyetin yaptığı çalışmalarda, asıl amacın bir din devleti kurmak olmadığı, bunun ötesinde devleti sinsi bir şekilde ele geçirmeye çalışan, dış kaynaklı irtibatlarının da olduğu vurgulanan bir örgüt profiline atıflar var.
Fakat dönemin devlet eliyle uygulanan dini kısıtlamalarını ve o dönemde uygulanan “irticai faaliyet baskısını” da düşündüğümüzde, bu örgütün üst yönetiminin gerçek düşüncesinden haberi olmayan, dini hassasiyetleri olan kesim bu yapıyı sahiplendi.
Bununla birlikte örgüt amacına ulaşmak için fayda neredeyse oraya nüfuz etmekle, takiye yapıp, şekil değiştirmekte mahir.
12 Eylül 1980 askeri darbesinde, darbeye övgüler düzülüyor. Hatta askeri darbenin geleceği hissedildiği, halk tarafından böyle bir beklentiye girildiği dönemde, Fetullah Gülen hemen, silahlı kuvvetlere bir övgü ve onların kurtarıcılığını yakında beklediklerini ima eden yazılar kaleme alıyor.
12 Eylül’de, 12 Eylül’ün darbecilerine övgüleri var. Darbeden hemen sonra askeri okullarda ve harp okullarında en iyi kadrolaştığı dönemi yaşıyor FETÖ. Oysa 12 Eylül’ün amacı sağı da solu da ezmekti. Ama bir bakıyorsunuz sağ kesimde, pek çok cemaat müntesipleri cezaevlerine atılıp ceza görürken, Fetullah Gülen takiye ile kendisini gizlemiş, müntesiplerini okullara yerleştirmiş, bürokrasiyi kıskacına almış, çalışmalarını devam ettirebiliyor.
CP: Cuntacıların yargıladığı veya siyasetten men ettiği isimlerle de aynı safta görüyoruz. Siyaset bunu nasıl kabullenebiliyor? Siyasetin doğası bu duruma bu kadar açık mı?
Karşınızda büyük bir kitle var. Siyasiler, siyasetin doğası gereği kitleleri yanlarına almak isterler. FETÖ bunu iyi kullanan bir örgüt.
Bülent Ecevit’in yanına O’nu memnun edecek söylemlerle yaklaşılmıştır. O gün ki “Hoca Efendi” O’na dualar etmiş, methiyeler düzmüş, “şefaat hakkım olsa tek şefaat edeceğim kişi” demiştir. Böylece sol kökenli bir siyasi hareket içerisinde kendisine, yürüttüğü harekete olumsuz yaklaşacak, tehlikeli görebilecek bakışları en azından nötralize etmiş, sempatisini toplamaya başlamış ve bunu başarmıştır.
Bakın 28 Şubat gibi, inanan insanlara zulmedildiği bir post-modern darbe sürecinde, o günün güçlü generali Çevik Bir’i ziyaret edip, okullarını hemen devredebileceğini söylemiştir.
Toplum rahmetli Özal’ın tabiri ile zannediyordu ki; “bu okullardaki çocuklar bir elinde bilgisayar, bir elinde Kur’an…” olan bir nesil olarak ülkemize güzel hizmetler edecek. Oysa bütün bu görüntüler ve oluşturulan algı, sözde hizmet hareketine bir sıkıntı yaşatılmasın diye sergilenmiş. Oluşturulan olum algının doğru olmadığı Ak Parti döneminde, MİT Krizi, 17-25 Aralık süreçleri ve son olarak 15 Temmuz akşamı sahneye konulan alçak girişim ile açıkça görülmüştür.
Yaptığımız dinlemelerde de görüyoruz ki, bu örgütün emniyet gibi, istihbarat gibi kritik kurumlarda en fazla önem verdiği birimler insan kaynakları ve personel şubeleri.
Kabul edelim ki AK Parti öncesinde siyaset her şeye hakim değildi, vesayet altındaydı. Bu nedenle siyasal iktidarlarla iyi ilişki kurma çabalarıyla birlikte, vesayet makamlarını ele geçirmeye çalıştılar. AK Parti döneminde ise yıllardır sızmaya çalıştıkları devlet kanallarının kapandığını ya da etkinliğinin azaldığını, AK Parti’nin bu vesayete geçit vermeyeceğini gören örgüt, gerçek yüzünü gösterme gereği duymuş, hırçınlaşmış, önce bürokratik darbeye kalkışmış, yetmemiş kanlı bir darbe girişimi ile ne olduğunu açıkça göstermiştir.
CP: Okullardan bahsetmişken sorayım. 2013 ile 2016 yılları arasında dış politikada yaşanan gerginliklerde özellikle FETÖ’nün Dışişleri’ndeki yapılanmasının etkisi olduğunu gösteren bilgiler komisyonla paylaşıldı mı?
Dışişleri Bakanlığımızdan aldığımız bilgilere göre, bakanlık bünyesinde 15 Temmuz’dan sonra ciddi bir temizlik yapıldı. FETÖ bağlantılı bazı isimler çağrılmalarına rağmen Türkiye’ye dönmediler. Bunlar içerisinde askeri ateşeler, diplomatik temsilciler de var.
Görülüyor ki, FETÖ ile organize çalışılmış. Dershane krizi çıktığı andan itibaren, yurtdışına dönük, yabancı dilde yapılan yayınlarda Türkiye’deki yönetimin devrilmesine, özellikle Tayyip Erdoğan iktidarının devrilmesine odaklanan çalışmalar olduğunu görüyoruz.
CP: Rus Uçağı’nın düşürülmesi noktasında bir bilgi paylaşımı gerçekleşti mi?
Bu konuda dönemin başbakanı Sayın Ahmet Davutoğlu’ndan istediğimiz yazılı bilgilerle gelen açıklamalar vardı. Sayın Davutoğlu, kendilerinin yaptırdığı araştırmaya göre, Rus uçağını düşürenlerin FETÖ bağlantılı olduğuna dair bilgi sahibi olmadığını açıkladı.
Angajman kurallarının uygulanması talimatını kendisinin verdiğini ancak bu kuralların ne zaman kime karşı uygulanacağını, ihlali kimin yapacağının bilinmediğini belirten Sayın Davutoğlu uçağı düşürenin FETÖ bağlantısı konusunda ise, “Nitekim Sayın Genelkurmay Başkanımız daha sonraki görüşmemizde pilotun geçmişini ve ilişkilerini araştırdıklarını ve somut bir irtibat tespit edilemediğini bildirmiştir” diyor.
Biz de komisyon olarak, soruşturma merci olmayışımız sebebiyle, bu sürecin soruşturma konusuna derinlemesine girmedik.
İÇİŞLERİNDEKİ EN BÜYÜK YAPILANMA “İDRİS NAİM ŞAHİN” DÖNEMİNDE
CP: 17-25 Aralık ile 15 Temmuz süreci arasında FETÖ ile mücadele yürüten isimleri dinlediniz. Bu isimlerden biri dönemin İçişleri Bakanı Efkan Ala idi. Çok konuşulan açıklamalar yaptı. İçişleri, emniyet ve bürokrasi ile ilgili dinledikleriniz çerçevesinde hangi bilgilere ulaştınız?
İçişleri Eski Bakanı İdris Naim Şahin döneminde, kadrolaşmaların çok daha hızlı ve süratli olduğu bilgisini aldık. Yüzde 65-75’lere varan oranda emniyet il müdürlerinin FETÖ’cü olduğu hem İçişleri Eski Bakanımız tarafından hem de Emniyet Eski Genel Müdürümüz tarafından dile getirildi. Korkunç bir tablo.
CP: Bu nasıl oluyor? O dönem kamuoyundaki İdris Naim Şahin imajı çok farklıydı. PKK ve KCK operasyonları ile terör örgütüne nefes aldırmayan bir bakan. Hatta görevden alınmasına Devlet Bahçeli’nin de tepkileri olmuştu.
Dinlemelerimizde ve belge toplayarak edindiğimiz bilgilerde FETÖ’nün hem PKK’yla hem de DAEŞ ile irtibatlarına dair önemli ipuçlarına ulaştık.
İçişleri Eski Bakanımız ve Emniyet Eski Genel Müdürümüz tarafından komisyona verilen bilgilerde, görevlerini devraldıklarında, İçişleri Bakanlığı’nın ve Emniyet’in ele geçirilmiş olduğunu, 81 vilayetten, 74’ünün il emniyet müdürünün FETÖ bağlantılı olduğunu gerekli belgelerle paylaştılar.
Zaten FETÖ bu gücü kendisinde görmeseydi 17-25 Aralık kalkışmasına cesaret edemezdi.
Yargı için de aynı şey geçerli. İddianameleri, dinleme taleplerini okumadan kararlar verilmiş. İstanbul ağır cezada görevliyken açığa alınmış, hakkında soruşturma yapılan, mesleğe dönmek için uğraş veren bir hakim ile muhatap oldum. Kendisine şunu sordum; “sen hâkimsin, hukuk bilgisine sahipsin. Önemli bir hukuki görev yapmışsın. Suçun yoksa merak etme, görevine dönersin. Ne yaptın da soruşturmaya alındın?” dedim.
Basite alır şekilde “ya bu verdiğimiz dinleme kararları” dedi.
Peki bu dinleme kararı dosyalarında delil yok muydu, ona göre vermedin mi dediğimde aldığım cevap şu; “biz dosya okumuyorduk ki!”
“E o zaman sen zaten suçlusun!” Önüne dosya gelmeden sadece talep yazısı üzerine karar vermişsin. “Kimin hakkında vermiştin hatırlıyor musun?” diye sorduğumda ise “Mustafa Varank hakkında vermiştim” dedi.
Kim Mustafa Varank? O dönem Başbakan Danışmanı, şimdi de Cumhurbaşkanı Danışmanı olarak görev yapan önemli bir isim.
Onun telefonunu hiç bir delil olmadan dinlemeye almak demek, başbakanı dinlemeye almak demek.
Ve bunu basit bir olaymış, suç teşkil etmezmiş gibi söylüyor. Hem hakimliğini yapmıyor, hem dosyaya bakmıyor, ayrıca ceza muhakemesindeki şartları hiç önemsemiyor. Buradan çok net şekilde olayın örgüt bağlantısı ile ve tamamen örgüt talimatıyla gerçekleştirildiği anlaşılıyor.
Yine yargı tarafında, 7 Haziran seçimlerine gideceğimiz sırada, 2015’in Nisan ayında, 2 tane hakim, kamikaze dalışı yapar gibi görev intiharı gerçekleştirdiler adeta. Ortada bir dosya olmadan, görev alanları dışında ve hiç alakaları olmadığı halde Silivri’deki FETÖ’cü polis şefleri için, bir dilekçe üzerinden tuttular tahliye kararı verdiler.
Çünkü örgütten gelen talimatın, ölümüne uygulanması gerektiğine gözü kapalı inanıyorlardı.
ÖRGÜTÜN MUHABBET FEDAİLERİNİN İTİRAFÇISI, PİŞMAN OLANI OLMAZ
CP: İntihar ettiler ifadeniz çok ilginç?
Rus Büyükelçisini öldüren polis örneğinde olduğu gibi.
Bu gerçek, 15 Temmuz öncesi örgütün dışında kalanlar için çok inandırıcı gelmiyordu. Fakat örgütün içerisinde bilfiil kalmış olanlar, verilen emrin aynen yerine geleceğinin farkındaydılar.
Doktor Hasan Polat örgütün içinde 16 yıl kalmış. Ülke sorumluluğuna/imamlığına kadar yükselmiş. En son, Colorado eyalet sorumlusu iken, örgütün evlenme dediği bir kadınla evlendiği için örgütten atılmış bir tıp doktoru kendisi.
Komisyonumuza geldiğinde sözüne şöyle başladı; şu anda karşınızda Adil Öksüz olduğunu düşünün, ona göre beni dinleyin, ona göre bana soru sorun. Bende eğer 2002 yılında örgütten ayrılmasaydım, şu anda ya kara kuvvetleri ya da Genelkurmay Sorumlusu olacaktım. Öyle şeyler anlattı ki. “Bu örgütte çekirdekten yetişen, Fetullah Gülen’e bağlı olarak yetiştirilenlerin itirafçısı olmaz, örgütün muhabbet fedaileri olarak ifade edilen bu has elemanları, yani her türlü fedailiği yapacak, intiharı bile göze alacak olanlar pişmanlık filan ortaya koymaz” şeklinde beyanatlarda bulundu.
PKK- DAEŞ – FETÖ İŞBİRLİĞİ ORTAYA ÇIKTI
CP: Çözüm süreci sonrası güneydoğuda yaşanan hendek olaylarıyla ilgili dinlemeler yaptınız mı?
Komisyonda dinlediğimiz pek çok isim PKK ile müşterek hareket ettiklerini ifade etti.
Bu konudaki işbirliğine, 7 Haziran seçimleri öncesi örgütün yakınlarına, çevrelerine, HDP’ye oy verme noktasındaki empozeleri veya Doğu ve Güneydoğu bölgesindeki illerimizde yaşanan olaylarda polis araç ve gereçleriyle sergiledikleri tavırlar, son olarak da örgütün iletişim aracı olarak kullandığı Bylock’un aynı zamanda bazı PKK’lılar tarafından da kullanıldığının ortaya çıkması çok somut örnekler.
Şanlıurfa Emniyet Müdürü’müzün komisyon ile paylaştığı görüntüler mevcut. Yine kendisinin verdiği bilgilere göre de İstanbul’da Atatürk Havalimanı’nda yapılan intihar saldırısı ve İstiklal Caddesi’nde yapılan saldırıların DAEŞ-FETÖ işbirliğiyle yapıldığı ortaya çıktı. Bu çok önemli.
Şanlıurfa Jandarma İstihbaratı’nda görevli, yüzbaşı kod adıyla tanına ve şu anda tutuklu bulunan FETÖ’cü kıdemli bir başçavuşun DAEŞ’in getirmiş olduğu intihar malzemelerini ve intiharcıları, Jandarma İstihbarat’taki FETÖ’cülerle buluşturuyor, onlar aracılığıyla, onların himayesinde İstanbul’a intikalleri sağlanıyor. İstanbul’da bir eğlence yerine yapılan intihar saldırısını da üstlenen bildiğiniz gibi DAEŞ oldu.
KASET KUMPASLARI FETÖ’NÜN TARZI
CP: Kaset Kumpasları’nda FETÖ parmağı olduğuna dair neler söyleyebilirsiniz?
Siyasi partilerle ilişkilerini ya ortak menfaat, ya da şantaj ve tehditle kurmaları lazım. MHP’deki 10 üst düzey yöneticinin MHP’den uzaklaştırılması noktasındaki çalışmaların metodolojisine baktığımızda, tam FETÖ’nün şantaj metoduna uyan bir çalışma olduğunu görüyoruz. 2011 genel seçimleri öncesi CHP Genel Başkanı ve MHP Genel Merkez yöneticileri hakkında düzenlenen kampanyalar, dinleme, ses ve görüntü kayıtları servis edilmesi Fetö’nün eylemlerine örnek.
Isparta Cumhuriyet Başsavcılığının 2015 yılındaki iddianamesi, Ankara Çatı İddianamesi muhtevaları ve Habertürk Gazetesine Kemal Kılıçdaraoğlu’nun verdiği röportajda “Baykal’a komplo kuran ekipler beni ve ailemi dinliyorlar” açıklaması, bu kumpasların Fetö bağlantısı konusunda önemli ipuçları veriyor.
Tabi bunları isimlendirmek ve kimlerin hangi çalışmayı yaptığı konusu yargının işi. Fakat FETÖ’nün metotlarına baktığımızda en önemli argümanları: şantaj.
Öğrenci evlerinde kız öğrencilerin fotoğraflarını çekip, daha sonra bunları bir tehdit aracı olarak kullanan, kendi öğrencisine bunu yapan, siyasi bir partiyi ele geçirmek için neler yapmaz?
Çocuğumuz güvenli bir yerde olsun, ahlaklı yetişsin diye onlara teslim eden aileler, bunu hiç düşünebilir, aklından geçirebilir miydi?
Bunların her türlü alçaklığı yaptıklarını görüyoruz. Öğrencilerin soyunurken, giyinirken veya uygunsuz pozisyonda fotoğrafını çekip, o fotoğrafları da şantaj vasıtası olarak kullanmışlar.
CP: Bu bilgiler dinlemelerinizde mevcut mu?
Tabi ki. Raporumuzda da yer alacak. Benim 17 Aralık 2013’ten sonra dinlediğim, benzeri hadiselerle komisyona bilgi verenlerin örtüştükleri noktalar da var.
Bir kimseyi tehdit etmek amacıyla onun zaafı neyse, kasete almak, dinlemek ve kullanmak temel metotları. Bunu çok kişiye uyguladılar.
Hala daha belirli kişiler Türkiye’de çok net konuşamıyorsa veya bildiklerini tam söyleyemiyorsa, tehdit ve baskı altında oldukları düşünülmelidir. Bu tehdit hala devam ediyor diye düşünüyorum.
FETÖ gerçeğinin ortaya çıkmasıyla birlikte bunu gerekçe gösterip, Türkiye’deki demokratikleşme, hak ve özgürlükler alanında kısıtlamalar ve hukuk devleti çizgisinden dışarı çıkma yönünde atılacak her türlü adım bu ülkeye zarar verir. Bunu ifade etmekte yarar var.
Raporumuzda, alınması gereken önlemleri de ortaya koyacağız.
Temelde dini argümanlarla ortaya çıkıp, muhafazakâr tabana dayanan bir örgüt gün gelip de darbe girişiminde bulunacak hale gelmişse, buradan hareketle kendini sivil toplum olarak adlandıran tarikat, dernek, cemaat, ne varsa hepsini kapatalım, yasaklayalım gibi bir sonuca ulaşılması son derece yanlış olur.
Demokratik hukuk devletlerinde inanç özgürlüğü, ibadet özgürlüğü, ifade özgürlüğü, din hürriyeti bağlamında, evrensel hukukun gerektirdiği özgürlükler asla kısıtlanmamalı. Ama aynı zamanda gördük ki artık denetimi de çok iyi yapılmalı.
Özgürlükler teminat altına alınır, güvenlik sağlanır, buradaki özgürlük ve güvenlik dengesi korunursa, pekâlâ yanlışlara da, darbelere de engel olabiliriz. Nitekim FETÖ gibi örgütleri doğuran da devletlerin uyguladığı baskıcı, engelleyici dini politikalardır.
Şu an bekleyen fırsatçılar var. Türkiye’yi, geri götürecek, çağdışı kalmış birtakım uygulamaların yapılması gerektiğine inandırmak isteyenler var. FETÖ kadrolarından boşalan kadrolara talip olan, başka bir örgüt faaliyeti içerisinde olanların ağzı sulanıyor ve bu konuda çalışmalar yapıyorlar. Devlet bunlara fırsat vermeyecek.
DEVLETİN ELEŞTİRİ YAPILACAK UYGULAMALARI OLMASA FETÖ BU HALE GELMEZDİ
CP: Denetimi çok iyi yapılmalı dediniz. Bu aynı zamanda bir öz eleştiri cümlesi midir?
Devletin geçmiş politikalarına bir özeleştiri elbette. Devletin eleştiri yapılacak birtakım yanlış uygulamaları olmasaydı FETÖ bu hale gelemezdi. Ama bunu kalkıp da son 5 yıla 10 yıla yüklemek haksızlık olur.
Geçmiş Cumhurbaşkanlarının mektuplarla Türkiye içerisinde veya dış ülkelerde bu örgütün teşkilatlanmasına aracı olduklarını görmezden gelemeyiz. Turgut Özal’dan Süleyman Demirel’e, Tansu Çiller’den Mesut Yılmaz’a… Bu isimlerden bilgiler, mektuplu cevaplar da aldık.
Süleyman Demirel ile ilişkilerinde, 1967’lerden itibaren bilinenler de var. Bunları rastgele değil, eldeki belgelere dayanarak söylüyorum.
1971 yılında MİT Müsteşarıyla oturup plan program yapan bir örgüt liderinden bahsediyoruz. Dönemin Müsteşarı Fuat Doğu ile dönemin Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Yaşar Tunagür birlikte Vehbi Koç’un evinde oturuyorlar.
İlkokul mezunu bir insanın vaiz atanamadığı bir dönemde, Yaşar Tunagür’ün himayesinde İzmir’e vaiz olarak atanıyor.
1942 olan doğumunu 1941 olarak tashih edebiliyor. Kendisinin 12 Eylül döneminde psikolojik gerekçelerle aldığı, hastanede yattığı ama aradan zaman geçtiği için kayıt alamadığımız raporlar var. Şimdi bunlara baktığımızda sıradan bir vaiz olmadığı, sıradan bir “hoca” ile karşı karşıya olunmadığı çok açık. Fakat Türkiye’nin siyasi tabanına bakıldığında muhafazakar kesimden istifade edebilmek için, böyle bir profilin parlatılması, ortaya çıkarılması üst akıl olarak ifade edeceğim odaklarca uygun görülmüş.
Osmanlı’nın yıkılışında Lawrence’e nasıl bir görev verilmişse, Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak için de Fetullah Gülen’e benzer görev verilmiştir.
ANAYASA DEĞİŞİMİ ZORUNLULU HALE GELDİ
CP: Gelelim yeni anayasaya… Tarihi bir süreçten geçiyoruz. Yeni bir anayasa çalışması var. Bu çalışmada bu ve benzeri vesayetleri engelleyici neler var? Neden yeni bir anayasa yapıyoruz? Sokaktaki vatandaşın kafasında böyle bir soru var. Sıfırdan bir anayasa yazımı da görmüyoruz. Neden böyle bir süreç işletiliyor?
Esasen Türkiye’nin ihtiyacı olan tamamen yeni bir anayasadır. Ama bu konuda, nitelikli çoğunluk Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde sağlanamadığı için kısmi değişiklik zorunlu hale gelmiştir.
CP: Neden zorunlu hale geldi?
Bunun temel sebebi 367 krizidir. Türkiye’de uygulana gelen askeri vesayet rejimi 363 parlamenteri olmasına rağmen AK Parti’ye Cumhurbaşkanını seçtirmemiştir. Bunun üzerine, aynı problemlerin yaşanmaması adına, Sayın Recep Tayyip Erdoğan çok akılcı bir şekilde siyaseti yönetmiş ve çözüm olarak millete gidelim demiştir. Yapılan referandumda da halkın doğrudan cumhurbaşkanını seçmesine yönelik anayasa değişikliği yapılmıştır.
Aradan geçen 7 sene sonra yeni bir fiili durum ortaya çıktı. 10 Ağustos 2014’te de halkın doğrudan seçtiği bir Cumhurbaşkanı oldu.
Yürütme erki çift başlı hale geldi. Bir tarafta Bakanlar Kurulu’na Başkanlık edebilen, Bakanlar Kurulu’nu toplayan, emir talimat verebilen ve Anayasa’nın 104. Maddesinde sayılan tüm yetkileri kullanan ama sorumluluğu olmayan bir Cumhurbaşkanı, diğer tarafta yine seçimle gelen, Meclis içinden çıkan, temelde seçimle gelmiş ama Cumhurbaşkanının görevlendirdiği bir Başbakan.
Şimdi Başbakan, ben anayasal bütün yetkilerimle Başbakanlık yapacağım dediğinde, Cumhurbaşkanı da anayasal yetkilerimi kullanacağım dediğinde, her ikisi de anayasal yetkileri olan iki tane baş, biri Cumhurbaşkanı biri Başbakan.
Bu sebeple bu değişiklik zorunlu hale geldi.
CP: Cumhurbaşkanı Halk Tarafından değil de meclis tarafından seçildiğinde aynı anayasal yetkilere sahip değil miydi? O zaman da bu yetkileri kullanamaz mıydı?
Doğrudan halkın seçimiyle gelen, kendini seçenlere siyaset meydanında hesap vermek durumundadır. Cumhurbaşkanı artık doğrudan halkın seçimiyle gelmiştir. 367 krizine anayasal çözüm olarak bu yöntem bulunmuştur. Cumhurbaşkanını mademki 5 yılda bir halk seçecek, bu demektir ki 5 yıl siyaseten hesap verilecek bir halk var.
Şimdi bu durumda gücünü halktan alan ve halka hesap verecek olan bir Cumhurbaşkanı, yine gücünü partisinin halktan aldığı oylarla seçilmiş, meydanlara çıktığında halka hesap verecek bir Başbakan da var.
Başbakanımız Binali Yıldırım Bey ile Cumhurbaşkanımızın çalışmaları uyumlu olduğu için bu çok net gözükmüyor olabilir. Ama bu farklı siyasi partilerde, farklı kanaatte, farklı karakterde kişiliklerden oluştuğu zaman Türkiye’de kavga demektir, kaos demektir. Bu bakımdan yürütme erkinin birlikte yürümesi lazım. Bu değişiklik Türkiye için zorunluydu. Nitekim Sayın Devlet Bahçeli de bu zorunluluğu görmüş ve partisi ile birlikte değişikliğe gereken desteği vermiştir.
CP: Anayasa değişikliğinin sebebini, sadece Cumhurbaşkanı ve Başbakan arasındaki görev dağılımına bağlayabilir miyiz? Amaç sadece bu mudur?
En temel unsur bu. Zaten şu an 18 maddelik anayasa değişikliğindeki en önemli husus Cumhurbaşkanı’nın kendi bakanlar kurulunu Meclis dışından oluşturarak, yürütme erkinin kendisine bağlanacak olması. Böylece yasama erkinin yürütmeyle bağlantısı daha net ayrılacak, yasama, yürütme ve yargı erklerinin birbirinden bağımsız olacak.
Yapılan değişiklik, büyük bir kriz çıkmadan önce alınan bir önlemdir. 2019’da Cumhurbaşkanı yeniden seçildiğinde Meclis’teki yeni tabloda nasıl bir aritmetik çıkacağını kimse tahmin edemez. Nihayetinde milletin iradesi. Meclis aritmetiği bugünden çok farklı çıktığı zaman, düşünün ki Cumhurbaşkanı da yetkili, Başbakan da yetkili. Teorik olarak bir şeyler mümkünse bu kriz çağrısı demektir.
Değişikliğin diğer sebebi; yasama, yürütme ve yargı erklerinin tam ayrımıdır. Kuvvetler ayrılığı ilkesinin yerleştirilmesidir. Bu da bir anayasa değişikliği için son derece önemlidir.
CUMHURBAŞKANLIĞI MAKAMINA CEZAİ SORUMLULUK GETİRİYORUZ
CP: Tek adamlık iddiaları var. Muhalif vatandaşların tedirginlikleri var. “Ne olacak” diye düşünüyorlar. Referandumda “hayır” diyecek olanların kaygıları yersiz mi?
Çok şey söyleyebilirim Cüneyt Bey. Bu değişiklik sorumluluğu olmayan bir Cumhurbaşkanlığı makamını, halkın karşısında sorumlu bir Cumhurbaşkanlığı makamı haline getiriyor. Siyasi sorumluluk, halkın denetimi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin denetim müesseseleri çalışacak. Aynı zamanda cezai sorumluluk getiriyoruz.
Mevcut sistem de şu çok net; şu anda Cumhurbaşkanı anayasadan kaynaklanan yetkilerini sonuna kadar kullansa TBMM’nin mevcut anayasaya göre Cumhurbaşkanı hakkında yapacağı hiçbir işlem yoktur.
Mevcut anayasa; “Cumhurbaşkanı sadece vatana ihanetten dolayı Yüce Divan’da yargılanabilir” der. Bizim yasalarımızdaysa “vatana ihanet” diye bir suç yoktur. Hukukçu olmayan milletvekillerimiz bunun farkında değil.
1992 yılına kadar Hıyanet-i Vataniye Kanunu vardı. Cumhurbaşkanları ancak vatana ihanetten suçlanabilir denildiğinde, Hıyanet-i Vataniye Kanunu’na göre Yüce Divan’da yargılanma ihtimalleri vardı. 1992 yılında o kanun yürürlükten kalktı.
Başbakan ve ilgili bakanlar Cumhurbaşkanının attığı bütün imzalardan sorumludur. Cumhurbaşkanı hakkında dava açılamaz ve yargılanamaz. Tek adamlıksa mesele, asıl tek adamlık bu.
Yeni düzenlemeyle; Cumhurbaşkanı’na hem görevle ilgili suçlarından, hem görev dışı suçlardan dolayı cezai sorumluluk geliyor ve yargılamanın önü açılıyor.
Meclis’in bütün mekanizmaları, Cumhurbaşkanı’nı ve O’nun atadığı yardımcıları ve bakanları denetleyebilecek ve gerektiğinde, Yüce Divan’a sevk edebilecek.
Diğer taraftan, Cumhurbaşkanı 5 yılda bir çıkacak halka icraatlarının hesabını verecek. Yani siyasi denetimi de sağlanacak. Emin olun bu düzenleme ile diktatörlükten, tek adamlıktan, hesap vermeyen bir kişiden bahsetmek eşyanın tabiatına tamamen aykırı.
CP: Cezai sorumlulukla birlikte, verilen geniş yetkiler var. Geniş yetkiler konusunda tedirginlik duyanlar var…
O tedirginliğe karşı şunu söyleyeyim; 600 kişilik Türkiye büyük Millet Meclisi, yürütme erkinin başındaki Cumhurbaşkanı’nın demokrasiyle, insan haklarıyla bağdaşmayacak şekilde birtakım faaliyetlere girdiğine gerçekten inanıyorsa, TBMM’nin fren mekanizmaları var. Derhal devreye girer ve Cumhurbaşkanı’nın eylemleri suç teşkil ediyorsa Yüce Divan’a sevk edip, seçimlerin yenilenmesi için karar verebilir.
Öyle güzel bir mekanizma kuruyoruz ki, bakın TBMM bu durumu keyfi kullanamasın diye “Cumhurbaşkanlığı Seçimlerini” yenileme kararı verirse, Meclis de yenilenmiş olacak. Bunun tersi de aynı şekilde geçerli olacak. Hani “Cumhurbaşkanı Meclis’i de feshedecek, Atatürk’e verilmeyen yetkiyi veriyorsunuz” diyorlar biliyorsunuz.
Eğer Cumhurbaşkanı ben bu Meclis’i beğenmiyorum şeklinde bir karar verdiği anda kendi yetkisine de son vermiş olacak ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri de yenilenecek. Dolayısıyla buradaki fren mekanizması karşılıklı ve sağlam bir şekilde işleyecek.
Milletimizin, tek adamlık veya bugün Tayyip Bey iyi de yarın bir başkası geldiğinde, kötüye kullanırsa gibi endişeler duymasına gerek yok. Yasa çıkarmak Meclis’in elinde, Anayasa Mahkemesi’ne gitmek Meclis’in elinde. Cumhurbaşkanı’nın kararnameleri eğer hukuka aykırı ise TBMM aynı konuda kanun çıkardığı anda, Cumhurbaşkanı’nın kararnamesi yetkisiz hale gelecek.
CP: Bir vatandaş yeni anayasadaki geçer maddeleri alıp okuduğunda, bu söylediklerinizi net olarak görebiliyor mu?
İşte bunu çok iyi anlatmamız gerekiyor. Çünkü anayasa değişiklikleri belirli kuralları değiştiriyor. Tümüne birden bakmadan, vatandaşın anlaması belki biraz zor olabilir. Biz hukukçu kimliğimizle bunu görüyoruz, biliyoruz.
Referandum sürecinde, kısa ve net cümlelerle bunu halkımıza çok iyi anlatabilmemiz lazım. Türkiye’nin kesinlikle diktatörlüğe gittiği yoktur. Hizmetlerin vatandaşa iyi götürülmesi denetlenmesi, ve ülkemizin gelişmesi adına, halkın doğrudan seçmiş olduğu, daha aktif bir yürütme, aktif, siyasal bir Cumhurbaşkanı olacaktır. Bununla birlikte, TBMM daha yetkili hale gelmektedir. Yasama görevi ve yasalar her şeyin üzerindedir. Meclis, yasaları aşan bir Cumhurbaşkanına izin vermeyecek mekanizmalara sahiptir.