Sabah Gazetesi Dış Haberler Müdürü Taha Kılınç’la Ortadoğu’nun gündemini ve Arap Baharı’nın geldiği son noktayı konuştuk.
Yıllardır Ortadoğu’yla yakından ilgilenen bir isimden, bölgemizde bugün neler olup bittiğini dinlemek istiyoruz. Tüm bu yaşananları nasıl yorumlayabiliriz?
Ortadoğu’nun sadece bugününü ele alan birisi bu olayların ilk defa birkaç sene önce başladığını, ‘Arap Baharı’ adı verilen süreçle beraber bölgede sanki şimdiye kadar hiç olmamış bir değişimin yaşandığını düşünebilir. Bu çok yanıltıcı ve eksik bir düşünce olur.
Ortadoğu, uzun tarihi boyunca benzer depremleri, sıkıntıları, sarsıntıları hep yaşadı ve günümüzde de yaşamaya devam ediyor. Bu topraklarda her yüzyılda bir, bir takım değişimler ve alt üst oluşlara şahit olunur. Örneğin şu anda, Osmanlı’nın son dönemlerinde, yani 1914-1918’lerde yaşanan sarsıntıların bir benzeri yaşanıyor.
Nasıl o zaman coğrafyada tekrar bir şekillenme gerçekleştiyse ve Sykes-Picot Antlaşması üzerinden Ortadoğu’da bir düzen kurulduysa, şimdi de yeni aktörlerin olduğu benzer bir süreci yaşıyoruz. Bu süreçte önümüzdeki 100-150 yılı şekillendirecek olan ayrışma ve bölünmeler çoktan somut hale gelmeye başladı.
Önümüzdeki 5-10 yıl içerisinde bölgemizde yeni devletlerin ortaya çıktığını görebiliriz. Bu durum da belki 80-100 yıllık süreç boyunca Ortadoğu’ya yeni sorunlar, yeni sıkıntılar hediye edecek bir dönemin başlangıcı anlamına gelecektir.
Osmanlı 1916-17’de tek parça bir ülke iken, 1920’lerin başında Osmanlı’nın enkazı üzerinde nasıl çok sayıda ülkecik ortaya çıktıysa, benzer şeyleri Suriye’de, Libya’da belki Yemen’de yaşayacağız.
Sizin deyiminizle “belirli aralıklarla coğrafyanın benzer sıkıntıları yaşaması” tesadüf mü?
Bu ifademi biraz daha açmak lazım sanırım. Mesela Osmanlı İmparatorluğu’nun coğrafyaya hâkim olduğu dönemlerde yaşanan göreceli bir 400 yıllık barış dönemi var.
Tabi, tarihi yakından bilmeyenler ve sadece sloganlar üzerinden okuyanlar, bu 400 yıllık süre boyunca Ortadoğu’da hiçbir krizin yaşanmadığı, isyan ve kaos dönemlerine hiç tanık olunmadığı gibi bir yanılgıya düşebilir.
Oysa tarihe dönüp baktığımızda, her yüzyıllık zaman diliminin ilk yarısında ciddi sarsıntıların coğrafyayı türbülansa soktuğunu kolaylıkla görebiliriz. Okurlarımızı fazla yormama adına, Arap Yarımadası’nda ‘Vehhabilik’ hareketinin çıkışını, Mehmed Ali Paşa isyanını, Yemen’de sık sık baş gösteren ayaklanmaları hatırlatmakla yetinelim.
Dolayısıyla bu coğrafyada hiçbir zaman tam anlamıyla sükûnet ve rahatlık yaşanmadı. Şuanda yaşananlar için de, hem coğrafyanın imtihanı, hem kaderi, hem de yaşayacak olduğu bundan sonraki sürecin belirleyici adımları diyebiliriz.
Bundan sonraki süreçte görünen ne?
Bundan sonrası için, yakın ve orta vadeyi konuşabiliriz. Şu anda kesin bir şekilde şu şöyle olacak diye kimse net bir şey söyleyemez. Amerika da söyleyemez bunu, İran da söyleyemez, Rusya da, Türkiye de söyleyemez.
Sürecin akışına baktığımız zaman, dünyanın süper güçlerinin Suriye’yi üçe bölmeye odaklandığı anlaşılıyor: 1) Akdeniz kıyısı ve Lübnan sınırları boyunca uzanacak, Şam merkezli bir Nusayri devleti, 2) Kuzeyde bir Kürt devleti, 3) Doğu kesimlerdeki çöl bölgesinde bir Sünni alan. Bu planın ne derecede gerçekleşebileceğini hep birlikte göreceğiz.
Irak zaten, kuruluşundan bu yana, fiilen üç parça halinde bir ülke. Suriye’deki gelişmelerin hızına paralel olarak, Irak’ın fiziki yapısında da değişikliklere şahitlik edebiliriz.
Libya’nın da üçe bölüneceği bir süreç yaşanacak gibi görünüyor. Tarihten edindiğimiz izlenim ve şuan yaşanan süreçteki verilere baktığımızda, Suudi Arabistan’ın tek parça halinde kalsın çabalarına rağmen Yemen’in de iki parçaya bölüneceği anlaşılıyor.
Diğer taraftan, şu anda henüz halka tam anlamıyla yansımamış olsa da Suudi Arabistan ciddi bir ekonomik krize doğru gidiyor. Petrolün geleceğine dair yoğun tartışmaları aklımıza getirdiğimizde, sadece Suudi Arabistan’ın değil, bölgedeki zengin ve müreffeh Körfez emirliklerinin de bundan 50 sene sonra bütün cazibelerini yitirmeleri ihtimal dâhilinde. Gelecek nesiller, Körfez’in ‘terk edilmiş gökdelenler mezarlığı’ haline geldiği bir zamanda yaşayabilirler. Dahası Suudi Arabistan, Mekke ve Medine’deki dini hizmetleri dahi veremeyecek derecede bir ekonomik acziyete savrulabilir.
İran’ın ve onun temsil ettiği Şii çizginin de, önce Batı’yla entegre olacağı, ardından maddi ve manevi yönden hızlı bir çürümeye doğru sürükleneceği dönemler, çok uzağımızda değil diyebiliriz.
Bölgede gerçekleşen değişim süreçlerinin bu kadar uzamasının ve bu kadar kana bulanmasının temelinde ne yatıyor?
Her ülkenin kendine göre başka bir yapısı ve tabiatı var. ‘Değişim’ ifadesinin her ülkeye göre başka manalar ve süreçler içermesinin esas nedeni de bu zaten. Örneğin Suriye’de değişimin bu kadar uzaması ve kanlı hale gelmesi, tümüyle ülkenin yapısıyla alakalı. İran’ın rejimi böylesine savunabileceğinin hesaplanamamasından, sıradan halkın ‘devrim’e katılmakta beklendiği şekilde başarı ve istek göstermemesine kadar, birçok farklı unsurdan da söz edilebilir.
Suriye’de, Beşşar Esed’in yerine konulabilecek bir isim bulunabilseydi, süreç belki de bu kadar uzamayacak, öyle ya da böyle bir ‘çözüm’ ortaya çıkacaktı. Geldiğimiz noktada Suriye, diğer ülkelerden, diğer ülkelerdeki gelişmelerden daha bağımsız bir yerde duruyor.
Yemen’e bakacak olursak, ülkenin bulunduğu konum itibariyle Arap Yarımadası’nın güneyinde kilit bir noktada olması dolayısıyla yaşanan bir mücadele var. Yemen’dekini bir mezhep çatışması yerine, bir stratejik bölge çatışması olarak görmek lazım. Suudi Arabistan ile İran’ın Yemen’deki mücadelesi mezhep temelli bir çatışmadan çok stratejik. 1960’larda Suudi Arabistan ile bu defa Mısır, Yemen için büyük bir mücadele ve savaşa girmişti. 1962’den 1967’ye kadar 5 yıl boyunca savaştılar Yemen’de. 70 binden fazla Mısır askeri Yemen’de bizzat cephedeydi. O zaman İran falan yoktu ama Mısır’ı Sovyetler Birliği destekliyordu.
Basında yansıtılan şey, orada bir mezhep çatışması olduğu yönünde?
Basının yansıttığı şekilde Suudi Arabistan ile Yemen arasındaki çatışmaya sadece mezhep çatışması demek, çok hakkaniyetli ve sahadaki gerçeğe uygun olmaz. Mezhep unsuru, bu çatışmanın kamuoyu önündeki meşruiyet araçlarından bir tanesi denilebilir. Petrol yollarını kim kontrol edecek o var, Arap Yarımadası’nda kimin sözü geçecek onun mücadelesi var.
Libya’daki son durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Libya’da Kaddafi’nin iş başına geldiği 1969’dan önce üçe bölünmüş bir yapı vardı. Ülkenin batısı Trablus Bölgesi, iç bölgesi Fizan Bölgesi ve doğusu da Bingazi ya da Sirenayka (Berka) Bölgesi olarak geçiyordu. Kaddafi’nin yönetimi ile 42 sene boyunca ülke zorla bir araya getirildi.
Coğrafya, şu anda dikiş yerlerinden tekrar patlıyor. Çünkü ülkenin doğusu ile batısının ya da kuzeyi ile güneyinin sosyolojik olarak da kültürel olarak da hatta yer yer ırk olarak da farklılıkları var. Araplar var, Berberiler var, diğer kabileler var. Bütün önemli petrol yatakları ülkenin doğusunda, Bingazi’de. Ülkenin batısı bu anlamda petrolün merkezinden uzakta kalıyor. IŞİD de içeri girdi şimdi. Muhtemelen yakında IŞİD’i vurma bahanesiyle bomba yağdırmaya başlayacaklar ve ülkeyi fiilen bölecekler. Libya için görünen manzara bu.
Tunus’a dönelim. Arap Baharı’nın başladığı ülke için süreç nasıl işliyor?
Tunus, Arap Baharı’nın ilk durağı olduğu için süreçte ortaya çıkan olumsuz gelişmeleri ve türbülans halini büyük ölçüde atlatmayı başardı. Tunus’ta olan bitene, ABD başta olmak üzere dünya hazırlıksız yakalandı. Çünkü hiç kimse Arap Baharı’nın ne getireceğini tahmin edemedi. Kişisel kanaatim şu: Sokak gösterileri başlayınca, Zeynelabidin Bin Ali’ye “Sen, Suudi Arabistan’da biraz dinlen, kendini unuttur. Olaylar yatışınca dönersin” dediler. Buna dair yazılı belge, yazışma ve tanıklıkların zaman içinde ortaya çıkacağını düşünüyorum. Böylece, Tunus’ta hangi ülkenin ne şekilde tavır aldığını da net bir şekilde görmüş olacağız.
Sonrası malum: Bin Ali, müsrif karısı Leylâ Trâbelsi’yi yanına alarak ülkeyi terk etti. Hâlen, Cidde’de ikamet ediyorlar.
Bugün Tunus yönetimine baktığımızda ise, önemli mevkilerde yer alan birçok ismin, Zeynelabidin Bin Ali döneminden önce iktidarda bulunan Habib Burgiba’nın has adamları olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla eski rejim sadece biraz daha insan hakkı, biraz daha demokrasi sosu altında geri gelmiş görünüyor. Mevcut rejim, ayaklanmanın devleti yıkacak raddeye gelmemesi adına makyaj tazeledi diyebiliriz. Ortalığın kan gölüne dönüşmemesi, insanların sokaklarda birbirini boğazlamaması anlamında, Tunus Arap Baharı’nın tek şanslı durağı oldu.
İronik olarak şunu da söylemek lazım: Tunus’un bu şekilde derli toplu kalabilmesi, insanların bir şekilde medeni olarak oturup konuşabilmeleri, Burgiba döneminde katı şekilde dayatılan Batılılaşma ve laiklik sayesinde oldu. Bir Müslüman olarak, “Keşke bu ‘medenilik’ düzeyini, Tunus’taki İslami şuur, istişare mekanizması ve derinlik sağlayabilmiş olsaydı” demek zorundayım.
Arap Baharı’nın simge meydanlarından bir tanesi Rabia Meydanı oldu. Mısır’da yaşananlar malum. Gelinen noktada, Muhammed Mursi ve diğer Müslüman Kardeşler üyeleri içerde, verilen cezalar var, idam cezaları var. Mursi ve arkadaşları idam edilebilir mi? Mısır’da bundan sonra neler yaşanabilir?
Benim kanaatim Mursi’nin idam edilmesine Suudiler engel olacaklar. Böylece hem Suudi Arabistan kahraman olacak, hem de olayların iyice çığırından çıkmaması için duruma müdahale etmiş olacaklar.
Serbest kalır mı?
Mevcut şartlarda, Mursi’nin serbest bırakılabileceğini zannetmiyorum. Mursi’nin serbest kalması demek, darbe yönetimince kendisine yapılan haksızlıkların resmen itiraf edilmesi demek olur. Başka bir ülkeye sürgüne gitmesi bir seçenek olabilir. Araplar kendi aralarında bunu çok yaparlar. Bir liderin başı sıkıştığında, onu kabul eden bir ülke mutlaka olur. Tunus’u konuşurken bahsettiğim gibi Zeynel Abidin Bin Ali en yakın örnek. Suudi Arabistan, geçmişte Navaz Şerif, İdi Amin gibi farklı ülkelerden liderlere de sığınak olmuştu.
Mısır’da yaşanan sürecin sosyolojik anlamda halktaki karşılığı nasıldı? Şu an nasıl?
Taraftarları, Muhammed Mursi’yi hâlâ meşru cumhurbaşkanı olarak görüyorlar. İlkesel olarak bakıldığında, bu doğru ve adil bir duruş. Biz de aynı şekilde, Mısır’da yaşanan süreci zalimce bir darbe olarak adlandırıyoruz. Bu da doğru ve adil bir adlandırma.
Ancak yaşananlara Mısır halkı açısından ve Mısır içinden baktığımızda, ben halkın çoğunluğunun Mursi’nin devrilmesini ve askerin yönetimi ele almasını ‘darbe’ olarak değerlendirmediğini düşünüyorum. Mısır halkının kâhir ekseriyetinin gözünde, ordu, ülkeyi sıkıntılardan, sorunlardan ve tehlikelerden kurtaran bir ‘baba’ imajına sahip.
Mısır ordusu, halkın kılcal damarlarına kadar nüfuz etmiş, elinde tuttuğu muazzam ekonomik imkânların da yardımıyla ülkenin en ücra köylerine kadar kollarını uzatmış bir organizasyon. Bizim zannettiğimizin aksine, Mısır ordusu, özellikle orta ve alt tabakayla yakın bağları bulunan, bazı bölgelerde her evden birer mensubu bulunan bir askeri güç. Dolayısıyla, biz dışarıdan bakarak yaşananlara ‘darbe’ derken, orduyu tümüyle benimsemiş kitleler farklı görüşte. Sisi yönetimindeki darbeci ekip, halktaki bu duygudan güç alarak Mursi’yi devirdi zaten. Basın-yayın yoluyla da Müslüman Kardeşler’i marjinalleştirerek amaçlarına da ulaştılar sonrasında.
Müslüman Kardeşler, her yönden Mısır toplumunun ortalamasının üzerinde bir hareket. Rahmetli Üstad Hasan el Bennâ da şahsiyet olarak, sıradan bir Mısırlının çok üzerinde bir kalibreye sahipti. Müslüman Kardeşler, yıllar süren yasaklar, hapis ve idamlar sonrasında toplumdan daha da uzaklaşmak durumunda kaldılar. Arap Baharı’na geldiğimiz günlerde, Müslüman Kardeşler Teşkilâtı ülkenin hâlâ en organize muhalif hareketiydi, ama ne kadar güçlü olduklarını test edebileceğimiz bir seçim süreci yaşanmadığı için, onları hayaller ve imajlar üzerinden okuyorduk.
Yani, “Müslüman Kardeşler’in Mısır toplumundaki desteğini, olduğundan daha fazla hayal ettik” mi demek istiyorsunuz?
Aynen öyle. Müslüman Kardeşler’i Hasan el Bennâ ve Seyyid Kutub’ların hatıraları üzerinden okuduk, onların kalitesini ve derinliğini Mısır toplumuna genelledik. “Mübarek bir devrilsin, Mısır Allah’ın izniyle Müslüman Kardeşler’in” duygusu, muhafazakâr camianın Mısır’la ilgili genel yorumu durumundaydı.
Peki ama, bu destek bahsettiğiniz kadar zayıfsa, Mübarek’in devrilmesinden sonra Müslüman Kardeşler seçimleri nasıl kazandı? Seçim sonuçlarına bakıldığında, Mısır halkının Müslüman Kardeşler’e teveccühü epey yoğun gibiydi sanki…
Türkiye’nin yakın tarihinden bir örnekle açıklayayım: Necmettin Erbakan liderliğindeki Refah Partisi, 1995 seçimlerini yüzde 21’le birinci olarak tamamlamıştı. Seçim sonuçları açısından bakıldığında, “Türkiye, tercihini Refah Partisi’nden yana yaptı” diyebiliriz. Ancak sonrasında neler oldu? Ordu, ekonominin büyük aktörleri, medya ve bürokrasi amansız bir direniş gösterdi. Her türlü yıpratma kampanyası ortaya konuldu. Erbakan Hoca, iktidarda bir yılı bile tamamlayamadan görevi bırakmak zorunda kaldı.
Erbakan’a karşı olanlar sadece dünya görüşü açısından kendisini istemeyenler değildi. Dini cemaatlerin ve tarikatların birçoğu da gizli ya da açıktan Refah Partisi iktidarına karşı ordunun başını çektiği saldırı kampını destekledi. Böylece, Necmettin Erbakan başbakanlığı kaybetti, ardından partisi kapatıldı ve kendisine siyasi yasak getirildi.
Mısır’da Muhammed Mursi ve Müslüman Kardeşler iktidarının başına tam da bunlar geldi. Yapılan seçimle sahne önüne çıktılar, ancak Mısır, sosyolojik olarak Müslüman Kardeşler iktidarına hazır değildi. Mursi, ülke içindeki ana damarın tazyikine direnemedi, devrildi. Seçimleri kazanmış olması yetmedi, çünkü Mısır halkının sosyolojisi, Müslüman Kardeşler iktidarından yana değildi. Sosyoloji, siyaseti mağlup etti. Kavgadan asker galip çıktı.
Mursi’nin hatalarından söz edenler de var, bunlara ne dersiniz?
Muhammed Mursi, iktidardayken Mısır için elinden gelen her şeyi yaptı. Ufak-tefek hataları olmuştur herkes gibi, ancak bu hatalar hem onun devrilmesini meşrulaştırmaz, hem de onu ‘şeytan’ haline getirmez. Bir de, askeri darbenin yarattığı vahametler ortadayken, mazlumların hatalarını sayıp dökmek sadece zalimlere omuz vermek olur. Bu sebeple, “Mursi’nin hataları”ndan bahsetmenin sırası değil.
Şunun anlaşılması lazım: Her şeyden önce Mursi’ye karşı direniş çok şiddetliydi. O şartlarda hiçbir ‘İslâmcı’ iktidar ayakta kalamazdı. Suudi Arabistan yönetimi açıkça darbeyi finanse etti ve destekledi. Birleşik Arap Emirlikleri, orduyu yüreklendirmek için bütün imkânlarını kullandı. Batılı devletler de darbeye göz yumacaklarını hissettirdiler. E, halkın ekseriyeti zaten hazırdı. Geriye Mursi’yi devirmek kaldı.
Yine sosyolojik açıdan bakarsak: Muhammed Mursi, Mısır halkının gözünde çok zayıf ve naif kaldı. Halk, orduya sığınırken, darbecilerin şahsında aynı zamanda bir ‘baba kucağı’ da aradı. Bunu bu şekilde ifade etmek benim de canımı acıtıyor, ama Mısır halkının çoğunluğu orduya bu gözle bakıyor, maalesef.
Tahrir Meydanı’nı dolduranlar kimlerdi o zaman?
Mısır’daki halk ayaklanmasının başlangıcında Müslüman Kardeşler sahalarda yoktu. Liberaller, solcular, insan hakları aktivistleri, demokrasi sevdalıları vs. Tahrir Meydanı’nı doldurdular. Zaten Arap Baharı sürecinde, hiçbir halk ayaklanmasının itici gücü ve başlangıç noktası “İslami amaçlar” olmadı. İnsanlar daha fazla özgürlük ve ekonomik refah için baş kaldırdılar. Sonrasında devreye başka sâikler girdi.
Tahrir, lebâlep doldurulduğunda 1 milyon 200 bin kişiyi alabilen bir meydan. Mısır’ın nüfusu ise 90 milyon. ‘Devrim’ hayallerinin dillerden düşmediği o ilk günlerde, Tahrir’de bütün Mısır’ın toplandığı gibi bir yanılgı oluştu. Dünya medyasının da olaya yakın ilgi göstermesiyle, “Tahrir eşittir Mısır” okuması zihinlere işlendi. Oysa sosyoloji yine ıskalanıyordu.
Mısır ordusu meydanın nabzını yakından tuttu. Mübarek’in kulağına “emekliye ayrılmasını” fısıldadılar. Ve muhtemelen yargılama süreciyle ilgili garantiler de verdiler. Sonrasında Yüksek Askeri Konsey işi ele aldı. Ardından seçimler yapıldı, arkasından da darbe geldi. Olan-bitene yakından baktığımızda, Mısır ordusunun sürecin hiçbir aşamasını boş bırakmadığı kanaatindeyim ben. Hatta seçimlere bile müdahale ettikleri yönünde kuvvetli emareler var.
Seçimlere müdahale derken?
Yine bunun da belgelerinin ortaya çıkacağına inanıyorum: Muhammed Mursi’nin seçildiği cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, aslında rakibi Ahmed Şefik’in kazandığını, ancak sırf enkaz Müslüman Kardeşler’in kucağında kalsın ve müdahaleye de zemin hazırlansın diye koltuğun Mursi’nin altına sürüldüğünü düşünüyorum. Mursi ve Şefik arasındaki fark zaten çok azdı. Asker, on yıllardır hep yaptığı şeyi yine yaptı ve seçim sonuçlarıyla oynayarak Mursi’yi “kazanan” ilan etti.
Hüsnü Mübarek’in son başbakanı olan Ahmed Şefik cumhurbaşkanlığı koltuğuna otursaydı, hem halkın tepkisi kontrolden çıkabilirdi, hem de ordu açısından Şefik’i ‘gütmek’ hiç de kolay olmazdı. Şefik, devlet katmanları içinde desteği ve gücü olan bir isimdi çünkü.
Asker, Müslüman Kardeşler’in ve Mursi’nin başarılı olamayacağını, iktidardan ‘kötü’ anılarla ayrılma noktasına geleceklerini, halkın da nihayet ordudan medet umacak duruma düşeceğini çok iyi biliyordu.
Suudi Arabistan ve diğer Arap ülkeleri neden darbeyi destekledi?
Körfez monarşilerinin gözünde Müslüman Kardeşler, seçimle gelip-gitmeyi ve iktidar değişimini temsil ediyor. Koltuklarını ve yönetimlerini kaybetmekten korktukları için, Müslüman Kardeşler’e savaş açmayı ve Mursi iktidarını şeytanlaştırmayı tercih ettiler.
Oysa Müslüman Kardeşler’i kontrollü bir destekle ve sıkı bir denetimle kendilerine ‘sadık bende’ haline getirebilirlerdi. Mursi ve ekibi, Riyad’ın ağzının içine bakıyordu hatta. Ama dönemin Suudi Arabistan Kralı Abdullah bin Abdulaziz, muhtemelen ABD ve İsrail’in yönlendirmesiyle başka bir yolu tercih etti.
Arap Baharı’nın başlangıç aşamasında ‘İslâmi amaçlar’ın geri planda olduğunu ifade ettiniz. Ancak Suriye’de gelinen nokta, oldukça farklı. Bu durumu nasıl yorumlamak gerekir?
Arap Baharı’na sahne olan diğer ülkelerde olduğu gibi, Suriye’de de başlangıçta insanlar “İslami bir yönetim” talebiyle sokaklara dökülmediler. Rejim zulmetmesin, insan hakları çiğnenmesin, onur ve izzet ayaklar altına alınmasın… Talepler bunlardı. Hatta ilk haftalarda, Beşşar Esed’in kendisine yönelmiş direkt bir tepki bile yoktu. Hatırlayın, uzunca bir süre, Esed’in aslında reform yapmak istediği ancak ‘derin devlet’in direndiği tezi dile getirildi.
Rejim halkın üzerine ateş açmaya başlayıp, reform taleplerine zulümle cevap vermekte ısrar edince, bu defa Suriye halkı açısından acı bir gerçek ortaya çıktı: Halk, zulme karşılık verecek güçte ve çapta değildi. Rejim bütün gücüyle sivil halkın üzerine abanınca, sonrasında dışarıdan akın akın gelen insanlar halkın yardımına koşmaya başladı. Bu anlamda, Suriye’deki halk ayaklanmasının “silahlı bir kalkışma” olarak başladığı yorumu, üzerine bombalar yağan mazlum halka hakarettir. İnsanların tümüyle silahsız biçimde adalet talep etmelerine, rejim kurşun ve bombayla karşılık verdi. Sözü edilen ‘silahlı savaşçılar’, devreye çok sonra ve halk rejimle baş edemeyince girdi.
Her şey gözlerimizin önünde olup bitti, kimse olayların akışında kronolojiyi kafasına göre değiştirmemeli.
Suriye’de gelinen noktada mücadelenin karakterinin değişmesinin ana nedeni, İran’ın Esed rejimine koşulsuz desteğidir. Ortadoğu’daki mezhepçi ve ulus-devletçi saplantılarını, yıllarca Kudüs’ü ve İsrail’in işgalini sömürerek perdeleyen İran, Suriye’ye müdahale biçimiyle, herhangi bir İslami ve insani kaygısının olmadığını ispatladı. İran gerçekten iyi niyetli olsaydı, Esed iktidarına yöneltilen eleştirilere en başından kulak verir ve çözümün yolunu açardı. Ancak bunu yapmak yerine, silahsız sivilleri bombalayan zalim bir rejime kol-kanat germeyi seçti.
Bölgeye daha genel bir çerçeveden bakmak istiyorum. Yerel dengeler açısından, Ortadoğu’da nasıl bir güç dağılımı var?
ABD’nin desteğiyle ayrık otu gibi bitmiş İsrail’i saymazsak, Ortadoğu’da 4 tane büyük ülke var: Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan ve İran. Bu 4 ülkenin her birinin kendi içinde ciddi açmazları, buna karşılık bölgesel olarak da birbirine çeşitli üstünlükleri var.
Türkiye, yaslandığı tarihsel birikim ve Avrupa yolunda bir köprü olması münasebetiyle vazgeçilmez bir konumda. Ancak bölgesel liderlik anlamında kat edilmesi gereken epey mesafe ve tamamlanması gereken ciddi eksiklerimiz var. Türkiye, eğer kendi bünyesini sağlamlaştırır ve sahaya gözü kapalı salabileceği kadroları yetiştirebilirse, bölgede ciddi anlamda sözü dinlenen bir ülke olabilir.
İran, mezhepçi bir ulus-devlettir. İran devlet aklı, isminden başlayarak sahadaki mücadele biçimine kadar her şeyi mezhepçi amaçları için kullanmaya programlanmıştır. Bu anlamda, “İslam cumhuriyeti” tamlaması bizi yanıltmamalı. İran’ın iki büyük avantajı var: Sahip olduğu doğal kaynaklar ve vatandaşlarına vermeyi başardığı ‘İranlılık’ bilinci. Bu öyle bir bilinçtir ki, İran halkı milli meselelerde tek vücut olmayı başarır ve ‘düşman’a karşı bu bilinçle mücadele eder.
Suudi Arabistan’ın gücü, Mekke ve Medine’ye ev sahipliği yapmasından ileri geliyor. Petrolün getirdiği zenginlikle “Körfez ülkelerinin ağabeyi” konumuna yükselen Suudi Arabistan’ın en büyük handikabı, yakın vadede karşı karşıya kalması kaçınılmaz görünen ekonomik krizdir. Kral Selman, tarihe, “Suudi Arabistan’ın istikrar döneminin son kralı” olarak geçebilir.
Bölgenin diğer güçlü ve vazgeçilmez ülkesi Mısır. Nil Nehri ve Süveyş Kanalı gibi iki stratejik olguya sahip olan Mısır sadece Ortadoğu’nun değil, bütün Afrika kıtasının en önemli ülkelerinden biri. Bunların yanı sıra, Mısır’ın stratejik önemini artıran bir diğer unsur, İsrail’le komşu olması ve Tel Aviv yönetimiyle geliştirdiği derin ilişkiler.
Şu anda bölgemizde yaşanan gerilimler, bu 4 ülkenin öyle ya da böyle müdahil olduğu, olmak zorunda kaldığı gerilimler aynı zamanda.
Daha geniş bir açıdan bakılırsa, Ortadoğu’nun tarihi de bu ülkeleri ve yer aldıkları bölgeleri kimin kontrol edeceği sorunsalı çerçevesinde şekillenmiş.
Arap Baharı ve bölgedeki karışık süreç, İran’ın bölgedeki etkisi ve gücünü daha fazla görünür hale getirdi sanki?
Geldiğimiz noktada, Batı bir tercihte bulundu: İran, artık Batı’nın “şirin çocuğu” olarak pazarlanırken, Sünni devletler ve liderlere “aşırılık” yaftası yapıştırılıyor. Dünya medyasında İran’la ilgili ciddi eleştirilere rastlamak artık mucize. Basın-yayın yoluyla “Sünni cihatçı barbarlar” imajı akıllara kazınırken, Suriye ve Irak’ta Şii paramiliter çetelerin işlediği suçları sumen altı ediliyor. IŞİD’in de ortaya çıkmasıyla, artık Batı hepten İran’ın kucağına koşma halinde. Nihayet yaptırımların da kaldırılmasıyla, İran’la Batı arasında on yıllardır ertelenen ‘vuslat’ da gerçekleşmeye başladı.
İki taraf da bu yaşananlardan son derece mutlu. Ama elbette İran daha kazançlı. Artık Batı’nın bölgedeki “ana partneri” konumuna yükseliyor.
İran, ağır yaptırımların uygulandığı dönemlerde bile, en az 5 ülkede savaş ve iç çatışma finanse eden bir ülke: Irak, Suriye, Lübnan, Yemen ve Nijerya. Bunu da, adeta müstakil bir din haline getirdiği Şiiliği halkı harekete geçirmekte bir araç olarak kullanarak başarıyor. İran, tüm bu ülkelerde sadece siyasi bir kavga vermiyor, aynı zamanda bağlılarını “dini bir savaş” içinde olduklarına da ikna ediyor.
Şu süreçte Batı’nın İran üzerindeki ambargoları kaldırması, Türkiye’ye “bak senin burada bizim için alternatifin de var” mesajı mı?
Tam olarak böyle değerlendiremeyiz. Batı’nın gözünde İran, sadece Türkiye’nin alternatifi değil. Bu yorumu, belki Suudi Arabistan için dile getirebiliriz, ama Türkiye’nin durduğu yer çok ayrı.
Türkiye’nin bütün söylemlerinin, gündem oluşturan çıkışlarının, coğrafyayla ilgili iddialarının ve bölgesel meselelerde inisiyatif alma çabasının temelinde tek başına Tayyip Erdoğan faktörü var. Ülke gündemini belirleyen, topluma yön veren, insanları sürükleyen, enerjiyi diri tutan isim Erdoğan. Bu, dışarıdan çok daha net bir şekilde görülüyor. Türkiye’yi analiz edenler, bu gerçeği bütün çıplaklığıyla görüyorlar ve Türkiye’ye bakışlarını da bu gerçek üzerinden realize ediyorlar.
Tayyip Erdoğan devreden çıktığında, Türkiye’yi ciddi bir kaos bekliyor olacak. Bu yönüyle, dışarıdan bakanlar şunun da farkında: Türkiye’nin şu anki hassasiyetleri, devletin bütün katmanlarınca benimsenmiş ve genlere sinmiş hassasiyetler ve duruşlar değil. Bu da tabi, Türkiye’ye karşı duruşlarını ve samimiyet derecelerini etkiliyor.
İran’ın Batı’nın gözündeki bu yeni konumuna karşı Körfez’in bir planı var mı?
Özellikle nükleer anlaşmanın imzalanmasından sonra, Suudi Arabistan liderliğindeki Körfez ülkeleri, kendilerini ABD tarafından aldatılmış ve yalnız bırakılmış hissediyor. Bu da onları, bölgesel meselelerde yeni partnerler aramaya itiyor. Gidebilecekleri iki ‘yabancı’ ülke var: İsrail ve Türkiye.
İran nefreti ve korkusu ortak paydasında daha rahat buluşabildiklerinden, İsrail’i tercih ediyorlar doğal olarak. Kamuoyuna açıktan deklare edilmese bile, Körfez ülkelerinin İsrail’le ilişkileri günden güne geliştirip derinleştirdikleri, bölgeyi yakından izleyenlerin gözlerinden kaçmıyor. Ortak hedef: İran’ın durdurulması. Ne pahasına olursa olsun.
Bu bağlamda, Araplardaki geleneksel ortak düşman algısında İran’la İsrail’in yer değiştirdiğini de rahatlıkla ifade edebiliriz.
Türkiye’nin İsrail ile yakınlaşması, ilişkilerin normale girmesi gündemde. Mavi Marmara ve One Minute olayından sonra kırılan noktaların düzeltilmesi adına adımlar atılıyor. Filistin’in gözünde Türkiye’nin ve imajı değişir mi?
Her şeyden önce iki ayrı Filistin’den söz etmek lazım: Hamas çizgisi, Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerini düzeltip Gazze’ye yardım ulaştırmasından ve el uzatmasından gayet memnun olur. Kendileri de bunu açıkça dile getiriyor zaten. Mahmud Abbas liderliğindeki el Fetih çizgisi ise, her halükârda Gazze’yle ilgili atılacak her adımdan ve özellikle de bu adımları Türkiye’nin atacak olmasından epey rahatsızlık duyuyor.
Abbas ve ekibi, Ankara’nın yüzüne gülseler bile, pratikte İsrail’le birlikte hareket ediyor. Hiç şüphesiz, Filistin meselesinde Türkiye’nin devreye girmesinden rahatsızlık duyma noktasında Abbasgiller yalnız değil. Mısır ve Ürdün de Türkiye’nin Filistin’e el uzatmasından müthiş rahatsızlık ve öfke duyuyor.
Dolayısıyla, ‘Türkiye’nin imajı’ meselesi sadece İsrail’le aranın düzeltilmesine bağlı değil. Çok daha derinlerde, ta tarihin derinliklerinden gelen bazı kinler mevcut ve bunların yok edilmesi de mümkün değil.
Arap dünyasındaki Türkiye karşıtı çizgi, bir yandan da Ankara ile Tel Aviv’in ilişkileri yumuşatmasını istiyor. Çünkü bunu da kendi kamuoylarında Türkiye karşıtı söylemlerini beslemek için kullanma derdindeler. “Bakın, Türkiye Filistin davasında safını belli etti” cümlesini kurabilmek için ölesiye sabırsızlar.
Sohbet için teşekkürler. Son olarak, sizden Ortadoğu üzerine kitap önerileri alsak?
Ortadoğu ile ilgili yaptığım konuşmaların sonunda, neredeyse her yerde verdiğim bir liste vardır, yine onları dile getirerek bitireyim.
- Anahatlarıyla İslâm Tarihi, Prof. Dr. Âdem Apak, Ensar Neşriyat
- İslam Toplumları Tarihi, Ira Lapidus, İletişim Yayınları
- Modern Ortadoğu Tarihi, William Cleveland, Agora Kitaplığı
- Kudüs Ey Kudüs, Larry Collins-Dominique LaPierre, E Yayınları
- Suudi Arabistan ve Vehhabilik, Prof. Dr. Mehmet Ali Büyükkara, Rağbet Yayınları
- Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik?, Abdullah bin Hüseyin, Klâsik Yayınları
- Modern İran Tarihi, Ervand Abrahamian, İş Bankası Yayınları
Kitapların isimlerinden ve içeriklerinden de anlaşılabileceği üzere, tavsiyelerim hep tarih odaklı. Bugünleri anlamak ve yarınlara hazırlanmak için yapmamız gereken temel şey: Tarihi çok iyi bilmek.
Yukarıdaki kitapların okunmasını Ortadoğu’yu anlamaya başlangıç için şart olarak değerlendiriyorum. Hepsi okunduğunda görülecektir ki, aslında yaşadığımız hiçbir şey sürpriz değil.