13 yaşındaydım…
Bağcılar’dan Bostancı’ya yeni taşınmışız. Başka bir aleme göç etmişiz sanki. 5+3 eğitim sistemi getirilmiş, 6. Sınıfa Bostancı İlköğretim Okulu’nda başlamışım.
Okulun ikinci haftası, Pazartesi günü, İstiklal Marşı töreni. Okul bahçesi, sıraya dizilmiş biz öğrenciler ve velileriyle dolu…
İstiklal Marşı’na geçmeden okul müdürü aldı eline mikrofonu; “modern bir ülkede yaşıyoruz, okulumuzda Atatürk ilke ve inkılaplarına aykırı bir duruma müsaade edemeyiz, lütfen kılık kıyafeti uymayanlar tören sırasında okul bahçesini terk etsin” dedi.
Annemin usulca okul bahçesinden dışarı çıktığını gördüm.
Annem uzaklaştıkça dünya ayaklarımın altından çekildi sanki. Ben olduğum yerden kımıldayamadım.
Bir daha annem okulumun bahçesine hiç gelmedi. Ben de teklif etmedim.
Ortaokul bitti. Lise sınavlarına girdim. Hedefim Kartal Anadolu İmam Hatip’di. Yeterli puanı aldım. Kartal Anadolu İmam Hatip’in bahçesine adım attığım ilk günü unutmam mümkün değil.
İmam hatiplere uygulanan katsayı zulmüne ve bir devlet üniversitesine girememe ihtimaline rağmen, her birinin yüzleri geleceğe dair bin bir umutla dolu, okulun kapısında terör örgütü militanlarını gözetler gibi bekleyen güvenlik güçlerine inat gülümseyen gözleri ve sanki yıllardır tanışırlar gibi muhabbetleriyle, İstanbul’dan ve Anadolu’nun dört bir tarafından çıkıp gelmiş yüzlerce genç…
Hazırlık yıllarımız imkansızlıklarla geçti. Kaloriferleri yanmayan buz gibi yatakhaneler, sıcak suyu olmayan duşlar, yemekhanede bugün yemek çıkacak mı endişeleri…
700 Kişilik yurtta 1 tane elektrikli şofben vardı. O’da nöbetçi öğretmen yatakhanesinde. İhtiyacı olan öğrenciyi sabahın beşinde öğretmen yatakhanesinin kapısında nöbette görürdünüz.
Okula kadrolu öğretmen ataması yapılmaz, dersler boş geçer, okul aile birliği kendi imkanlarıyla sözleşmeli öğretmen getirir, maaşlarını karşılar…
Başımızda sırtını dönemin emniyetine ve ordusuna dayamış, beli silahlı bir okul müdürü…
Okul girişinde, her gün aynı manzara. Başları zorla açtırılmaya çalışılan bayan arkadaşlar. Her gün eylem, her gün aynı senaryo, aynı arbede, aynı göz yaşı. Ve bütün olup bitenleri sadece izleyen bugünün sözde aydınları.
2001-2002 eğitim yılında Türkiye genelindeki imam hatiplerde manzara buydu…
Ak Partili yıllarla birlikte, mücadele içerisinde, kısmen düzelmeye başladı bir çok şey. Örümcek ağı gibi örülmüş YÖK ve Yargı’nın katsayı zulmünü aşmak ise daha yıllar alacaktı…
Mezun oldum. Benden küçük üç erkek kardeşim de aynı sıralardan geçti. En ufağımız mezun olduğunda ise imam hatiplerde ve meslek liselerinde uygulanan katsayı zulmü de son bulmuştu…
Yıl 2017…
Ne imam hatiplerde, ne de diğer eğitim kurumlarında 15 yıl önceki baskıcı manzaradan eser yok. Düşünün ki, ilkokula giden bir öğrenci dahi istediği kıyafetle okulunun kapısından “özgürce” girebiliyor.
Okulunun kapısında başındaki örtüsü çekilip alınmamış, üniversite kapıları yüzüne kapatılmamış, validesi okulunun bahçesinden kovulmamış, ve “ilke” adı altında türlü zulüm manzaralarını yaşamamış, şahit olmamışa birine “bu özgürlüğü” anlatabilmek zordur…
Allah, ülkenin hor görülen bütün kesimlerine özgürlükleri, yakın zaman hafızasını yitirmekle imtihan olunanların “çok konuşuyor”, “bir cumhurbaşkanı her şeye bu kadar karışır mı?” dedikleri Recep Tayyip Erdoğan ile teslim etti.
Muhafazakarlar kadar Kürtler de, Solcular da, Ulusalcılar da, Ülkücüler de, Liberaller de, Laikler de, Atatürkçüler de, barış adına atılan adımlardan nasiplenen terör örgütleri de, bu özgürlük pastasından payelerini aldılar.
Edindiği özgürlüğe “insani” değerler yüklemeyip, varlık pahasına girişilmiş mücadeleye savaş açanların bugün karşılaştıkları muameleyi hor görmelerinin haklı bir zemini yok.
Yukarıda saydığım grupların içerisinde, özellikle gizli muhalif muhafazakarların takındıkları tutum bir “erken bunamanın” eseri olsa gerek.
Seçmediğimiz adamların, tercihlerimize “takoz” olduğu zamanları ne çabuk unuttuk?
Bugünün, “dava görmemiş” ve kendisine “iş güzarlık” rolü biçmiş “şımarıklarına” bakıp, bu kadar acımasız olmanın ne anlamı var?
Cüneyt Polat
twitter.com/aybers