“Coğrafya kaderdir” diyen İbn-i Haldun’un, iki kelimeyle, yüz yıllardır realitenin zirvesine taht kuruşuna bilenmiyor değilim bazen…
İbn-i Haldun’un bu sözü söylerken insan bedeninin bastığı toprağı ve onu şekillendiren koşulları mı, yoksa mayası toprakla yoğrulmuş insanoğlunun, kendinden olanlarla meydana getirdiği yaşam dünyasını mı kastettiği noktasında ciddi tereddütlerim var.
Varlık ve yokluk penceresinden baktığımda cevaplar farklı. Yokluk toprağa bakıyor, varlık insana…
“Dili yok ki toprağın” çıkıp ben değilim kaderiniz desin. Kendi coğrafyasını elleriyle, ötekinin coğrafyasını bakışıyla şekillendiren insanoğlunun huyu değil ki üzerine alınsın…
Dışımızdaki toprak olsaydı mesele, Afrika susuz kalır mıydı mesela? Gökdelenler nasıl yükselirdi çöllerde? Bastığı her kara parçasında bu kadar “özgür” olabilir miydi Amerika?
Bu kadar dilsiz kalabilir miydik, bastığımız toprak olsaydı kaderimiz? Hangi toprak, kendine ait olmayan lisanı bu kadar gaddarca üzerindekine dayatabilir?
Bunu yapabilecek tek varlıktır insan…
Nihayetinde de öyle olur…
*
Bu topraklarda “sözde ıslahat kararnameleri” ile diline ket, sözüne ve fikrine bölücü damgası vurulmuş insanların kaderini, yaşadıkları coğrafya değil, insanoğlunun “çamurlaşmış düşüncesi” belirlemiştir.
Dil gibi en fıtrî ve temel hakkı kendi hoyrat bencilliğine kurban eden, “ikbal fukarası ilerici(!) düşünce yığınlarının” süregelen acımasızlığı, bu coğrafyaya hak etmediği nice “kederler” doğurmuştur.
Zihinler arasında birer vâsıta olabilecek en tabii kavramı zihinleri bölen perdelere dönüştürmeyi tercih eden, anlamları çözen bir bağ olabilecek asli bir unsuru, anlamların anlaşılmasına engel bir mühüre dönüştürenlerin çizmekte direttiği bir “kederi” yaşıyor yıllardır bu coğrafyanın insanları.
*
Kültürel DNA’sı değiştirilmeye çalışılan toplumun, DNA’sı değiştirilmiş bir gıda kadar zararlı olabileceğini akıl edemeyen, haddini unutup, “kader” biçme telaşına düşmüş bir kitleden bahsediyorum.
İbn-i Hâldun’un deyimiyle; “insanların maksatlarını, arzularını, niyetlerini ve tasavvurlarını kendisiyle ifade ettikleri yegâne araç” olan dillerini esaret altına alarak, planlanmış bir terörü, idealize etme hakkı sunanlardan bahsediyorum…
Bu despot, bu jakoben sağlıksız ruh haline kurban verdiğimiz bu toprakların insanlarından bahsediyorum.
Ve kültürden korktukları kadar, terörden korkmayan, bilimden korktukları kadar, kandan korkmayan bu kitlenin bütün dayatmalarını Yeni Türkiye ekseninde bütün irademle reddediyorum!
*
İngiliz literatürünün kölesi yapmayı göze aldığı dilini giderek plaza ağzına kurban veren bir toplum için, kavmî bir dilin hak olduğunu anlamak zor olsa da;
Yeni Türkiye’de düşüncenin, fikrin, ilmin ve özgürlüğün tam manası ile karşılık bulabilmesi adına, farklılıkların daha güçlü kılacağı bir Türkiye adına, “dilsiz yalnızlıkların” da devlet eliyle sonlandırılması gerekmiyor mu artık?
Cüneyt Polat
twitter.com/aybers